Devrimimizin varoluşsal sorunu: Birleşik Devrim Hareketi! – Hevi Devrim

1944

Olağan koşullarda yaşamıyoruz. Tekçi egemenlik biçiminin ifadesi olan faşist kurumsallaşma ve onun gündeki karşılığı olan OHAL, Kürdistan’da içindeki insanlarla kentlerin tank top atışlarıyla yıkıldığı, insanların toplu olarak bodrumlarda yakılarak katledildiği bir düzeye yükselmiş savaş bize bunu söylüyor. Faşist iktidarın ideo-kültürel hegemonya kurmanın bir parçası olarak karşımıza çıkarttığı müftülük nikahı, Reza Zarrab’la ayyuka çıkan çürüme ve yozlaşma bize bunu söylüyor. İç savaş maddesini ve tek tip elbise dayatmasını içeren KHK ve faşist devletin tüm yapısal düzenlemeleri bize bunu söylüyor. Kürt düşmanlığının yön verdiği Suriye politikasıyla Cerablus-Bab işgali, İdlip hamlesi, tüm bölgeye dönük emperyal hayaller ve bu yönde atılmaya çalışılan adımlar bize bunu söylüyor…

Bugün içinde olduğumuz süreci belirleyen, TC’nin ekonomik, siyasal, toplumsal her alan ve düzeyde yaşamakta olduğu krizdir. Bu kriz, salt sınıflar arasında (işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle, ezilenlerle faşist devlet arasında) değil burjuva sınıf kesimleri ve emperyalist güçler, bölgesel güç merkezi olan devletler arasındaki ilişkilerde yoğunlaşan çelişki ve çatışmaların sonucu mevcut denge durumunun bozulması ve yeni bir denge arayışının ifadesidir. Biz isteyelim istemeyelim, kriz anları yeniden yapılanma sürecini içinde barındırır ve biz temsil ettiğimiz sınıf adına, temsil ettiğimiz sınıfı harekete geçirerek müdahalede bulunmazsak, yeniden yapılandırma adımları bizi eze eze gerçekleşir ve sınıf düşmanımız lehine yeni bir denge durumu oluşur.

Kriz, en özlü tanımla, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin bağdaşmazlığı ve zorla yeniden yapılandırılması sürecidir. Elbette, eğer biz müdahale etmez ve bu denklemi bozmazsak… Bugün konumlanma noktamız, tam da burasıdır. Güçlü bir stratejik kavrayışla faşist devletin bugün yaşamakta olduğu hegemonya krizini derinleştirerek devrim ve sosyalizm mücadelesinin önünü açabiliriz.

Büyük altüst oluşların olduğu bir dünya, bölge, Türkiye durumunun yaşandığı zamanlardayız. Bu durum öyle kolay kolay değişeceğe de benzemiyor. Dünya, ABD ve AB ülkelerinde 2008’de patlak veren ekonomik krizle bu anafora girdi. Akabinde dünyayı sarsan toplumsal isyan dalgaları yaşandı. İçinde bulunduğumuz bölge, emekçi halkların isyan dalgasıyla sarsıldı. Ancak büyük altüst oluş süreçlerine yön verecek, egemen sınıfların tüm manipülasyonuna karşı kitlelerin kendi kaderlerini ellerine almasını sağlayacak devrimci bir müdahale olmadığı için (burada tek istisna Rojava devrimidir) bu isyan dalgası kırılmaya uğradı. Tekçi gerici egemenlik biçimleriyle yönetilmek istemediğini isyanın diliyle yansıtan halkların bu hareketi, emperyalist kapitalist ülkelerin müdahaleleriyle, bölgesel gerici güçlerin etkisiyle yozlaştırılıp çürütüldü, bölge halkları ırk, din, mezhep savaşlarıyla birbirine kırdırıldı. Emperyalist güçler, bölgeyi yeniden yapılandırmak için, kaos ve krizi gerici selefi güçleri palazlandırıp halkların başına musallat ederek derinleştirdi. Kanlı iç savaşları örgütledi. Kuşkusuz kaos ve kriz anları salt egemen güçler için değil emekçi halklar ve ezilenler için de hem tehlike hem de fırsatları barındırır. Elbette bu kaos sürecine etkide bulunabilecek örgütlü bir güç varsa ve bu güç, devrim hareketinin kesintili ve sıçramalı yapısını doğru okuyup bu temelde konumlanabilirse…

İşte tarihe giriş yapacağımız yer, tam da burasıdır. Emperyalist kapitalistlerin, Türkiye, İran, Suudi Arabistan gibi görece emperyalist çelişkileri kullanarak hareket alanlarını genişletmek isteyen ülkelerin ve gerici bölgesel aktörlerin olduğu bir bölgede politikamızın merkezinde devrimci zor vardır. Bu kriz anına müdahalemiz, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, ezilen halkların tarihsel davalarını sınıf düşmanımız olan egemen güçlere karşı savunabilmesi, ancak devrimci kitle şiddetini açığa çıkaracak bir silahlı mücadele perspektifiyle olabilir. Diğer türlüsü emekçi kitlelerin birer koyun misali boyunlarını cellatlarına uzatmasıyla eştir.

Faşist devletin başı Tayyip toplumsal hafızanın gücünün farkında. Bu yüzden sürekli Gezi’ye atıfta bulunuyor. Bir daha böyle bir kalkışmaya izin vermeyeceklerini söylüyor. Faşist devlet, Kobané Savaşının ve zaferinin, Rojava devriminin Kürt halkında yaratmış olduğu esinleyiciliği yok etmek için özsavunma direnişlerine, Sur, Cizre, Şırnak’ta tüm kenti yıkma pahasına azgınca saldırdı, hendeklerin ardında kalan herkesi hedef haline getirdi, DAİŞ barbarlığını aratmayacak katliamlar yaptı. Biliyor ki, Gezi döneminde Dolmabahçe’deki başbakanlık ofisinin kapısına dayananlar yaşıyor. Biliyor ki, Kobané direnişi sürecinde 6-8 Ekim serhildanıyla Kürdistan’da devlete ait ne varsa yakıp yıkan ve faşist devletin varlığını bu üç gün boyunca hükümsüz kılan Kürt halkı dimdik ayakta ve Rojava devriminden güç alarak, varlık hakkını kazanmış olmayı artık bir devrimle taçlandırmayı hedefliyor. Bunlar bir kez yaşandı, özgürlüğün, yenginin tadına bir kez varıldı, işçiler ve emekçiler, ezilenler daha önce yaptıkları şeyi bir kez daha yapabilir ve faşist devlet iktidarını alaşağı edebilirler.

Biz gücümüzü görmüyoruz, ama sınıf düşmanımız bizi, taşıdığımız potansiyeli tanıyor, biliyor. Bu yüzden korkuyor. Bu yüzden ideo-kültürel hegemonya ve iktidarından bahsediyor. Bu direniş günlerimizi, gücümüzü hatırlamayan ya da o günleri geçmişte dondurup temcit pilavı gibi hatırlatan biziz. Tarihi çağırmak böyle bir şey değil. İsyanın, yanıbaşımızdaki Rojava devriminin genetik bilgisi kodlarımıza işlemiş durumda. Bu, şu anlama geliyor: İsyanı nasıl örgütleyebileceğimizin, devrimi nasıl yapabileceğimizin bilgisini bu tarihsellik içerisinde bulabiliriz.

Özgürlük diye çığlık atacak noktaya geldik. Tüm toplumsal ilişkilerin dinamitlendiği bir zamanda yeni bir toplumsallık arayışı içerisine girdik. Yeni toplumsallığı inşa edecek olan ise mücadeledir. Bizi emeğimize, kendimize, toplumsal varlığımıza yabancılaştıran bu sisteme karşı mücadele… Pasif-militan türlü eylem biçimleriyle faşist baskı ve zora karşı işimizi, ekmeğimizi, özgürlüğümüzü istedik. Yok yazıldığımız hayat dersinde varoluşumuzu oluşturmak için etle, dişle, tırnakla direndik. Jopa-tazyikli suya, biber gazına, -plastik olan olmayan- mermiye karşı direnişi seçtik. Çünkü özgürlüksüzlük artık soluk almamızı engelliyor. Özgürlük ihtiyacını etimizde kemiğimizde hissediyoruz. Faşist çetelerin tehdit ve şantajlarıyla boynumuzdaki, ayağımızdaki prangaların daha da ağırlaştırılacak olmasına karşı harekete geçmek dışında bir çözümümüz yok. Ancak sınıf düşmanımızı tanımak ve onun saldırısını karşılayabilecek, karşı saldırıyı örgütleyebilecek bir konumlanış içerisinde olmalı, bunun taktiğini oluşturmalı, bunun mücadele araç ve biçimlerini varetmeliyiz. Şunu daha net görüyor, duyuyor, hissediyor, yaşıyoruz: Bir mayalanma var, kendimizde, yanı başımızdakinde görüyoruz; sokakta, okulda, işyerinde, toplumsal ilişkilerin kurulduğu tüm zaman ve mekanlarda hissediyoruz bunu.

Bugün, bölge devrimi ve onun bir parçası olarak Türkiye devriminin önünde çözülmesi gereken devasa sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunların çözümü ancak yanıbaşında 40 yıldır bir savaş pratiği geliştirmiş, sadece Kürdistan devriminin değil dört parça Kürdistan’ın dışına da taşarak bölge devrimini hedefleyen bir özne olarak kendisini inşa etmiş olan Kürt Özgürlük Hareketi’yle kurulacak güçlü bir ittifak ilişkisi içerisinde çözülebilir. Keza Kürt Özgürlük Hareketi’nin sömürgeci faşist devletle olan savaştaki pat durumunu ileriye doğru aşabilmesi de Türkiye cephesinden gelişecek olan devrim mücadelesine bağlıdır.

Çok açıktır ki, “son kırk yıllık mücadele süreci, Türkiye devrimi ile Kürdistan devriminin kaderini birbirine sıkıca bağladı. Her iki devrim birbirinin ön şartı haline geldi. Kürt halkının kurtuluşu, Türkiye devriminin birinci koşulu oldu. Keza Türkiye’de faşist diktatörlüğün bir halk devrimi ile yıkılması Kürdistan devriminin zafere ulaşmasının nihai şartı haline geldi. Birleşik Devrim her iki ülkenin halklarına ve devrimcilerine tarihin bir emridir.”1 Halkların Birleşik Devrim Hareketi’ne yön verecek olan bu kader birliğidir. Yeni bir mücadele yılını karşıladığımız şu günlerde bu tarihsel sorumluluğu bir kez daha hatırlamak ve hatırlatmak zorundayız. “Işık, ışık, daha fazla ışık”2 demeye ihtiyacımız olan günlerdeyiz. Ve biz, bu zamanın ve mekanın devrimci komünarları olarak şunu çok iyi biliyoruz ki, bugün, tarihin önümüze getirip koyduğu temel sorumluluk budur.

1“Silahlı Mücadele: Şimdi Değilse Ne Zaman?” (www.

2Lenin

CEVAP VER

Please enter your comment!
Adınızı buraya yazınız