Kaos ya da depremsel durum

Mekan aynı, zaman ve koşullar çok değişti. Ama değişim var değişim var. Günlük yaşanılan rutin ve alışılmış değişiklikler vardır. Hatta bir kısmı hiç fark edilmez. Değişiklik var ki, deprem gibidir. Verili olan her şeyi yerinden oynatır, yıkar, çökertir ve yeniden yapmaya çalışır. Siyasal ekonomik kriz, hem dünyada hem de Türkiye’de bir depremsel durum demektir. Bir süredir Türkiye başta sosyo-ekonomik olmak üzere siyasi, askeri, bürokratik vs her alanda deprem yaşanıyor.  Sarsıntılar durmak, bitmek bilmiyor, süreklileşmiştir. Gezi ilk ve şiddetli sarsıntı, 6-8 ekim kürt başkaldırısı ise ikincisidir. Bitirici ve  en yıkıcı sarsıntı ne zaman olur bilinmez ama sürekli öncü sarsıntılar yaşanıyor. Hatta  Türkiye ve Orta-doğu için kaos aralığında diyebiliriz. Türkiye egemen sınıfları, ülke içinde ve özellikle Orta-Doğu’da işte bu depremsel değişim koşullarına kendini hazırlamaya çalışıyor. Depremin büyük fotoğrafı dünya çapındadır ama biz bu kadar genişine bakmayacağız.

Anayasa ve Referandum

Anayasal değişiklikler ve referandumlar normal koşulların ürünü değil. Normal koşullarda da yapılmaz. Türkiye’nin tarihinde yapılan tüm anayasaların ortak özelliğidir bu. TC nin kurulduğu günden bu yana yapılan Anayasalar hep çatışmalı koşullarda ve egemen sistemin tüm toplumsal kesimlere uyguladığı kanlı devlet terörü arkasından yapılmıştır. 1924 Anayasası, kanlı iç tasfiyelerin arkasından yapılmıştır. 1961 içerinden ve diğerlerinden kısmı farkına rağmen bir darbe anayasasıdır. 12 Mart 1971 darbesi ve sonrasında yapılan anayasal düzenlemeler ve 12 Eylül faşist darbesinden sonra yapılan 82 anayasası hep darbeler ve kanlı hesaplaşmalardan sonra yapılır. Anayasalar köklü değişimidir. Her yeni anayasa egemen güçlerin varlık yokluk sorununun gündeme geldiği koşullarda oluştu. Sistem beka sorunu yaşadığı koşullarda köklü yenilenme ve değişikliklere gitti. Sistemin tıkandığı ve kendini yeniden üretme sorunu yaşadığı koşullar, anayasal değişikliklerin yapıldığı dönemlerdir. Şimdi de durum böyledir. Erdoğan anayasası ve başkanlığı da depremsel yıkımlar nedeniyle ve yeniden kuruluşlar için yapılıyor.

Türkiye’de ana-yasa değişimi, referandum ve başkanlık bir kişinin kendi paçasını kurtarma çabası olamaz. Bu siyasal bir ajitasyon olarak bile çok anlamlı değildir. Egemen tekelci yapı bugüne kadar kendi içinde iktidarı paylaşmaya razı oldu. İşte bu yapı içinde sistem yasaları çerçevesinde yürüyen iktidar mücadelesi, yerin yeni ittifaklara ve şiddeti yöntemleriyle tasfiyelere bıraktı. Türk eğemen burjuva hizipler arası şiddetlenen çatışmalar, tamda deprem durumunu anlatıyor. Peki bu çatışmanın tarafları kimler…?

Sünni-İslamcı ümmetçiliği

İlki, kökleri Osmanlı’ya dayanıp M. Kemal döneminde yeni bir biçim alan Sünni Ümmetçi-ırkçı bir çizgidir. Sünni-İslamcı ümmetçiliği merkez alan ve Türkçü-ırkçı siyaseti ona yediren, Erbakan ile açık siyaset sahnesine çıkan bu çizgi, bugün yeni Osmanlıcılık anlayışıyla AKP ve Erdoğan’da ifadesini bulur. Erdoğan ve AKP sistemin işleyiş yasalarını iyi öğrenmiş, dersini iyi çalışmıştır. Öyle ki, sistemin rakiplerini, karşıtlarını tasfiye için hiç bir ahlaki değer, ilke kural ve kaide tanımadığını, tek kural ve kaidenin rakibini yenmek için her yol ve yöntemin mübah olduğudur. İşte bu konuda Erdoğan ve şürekası hızlı manevra yapabilmesi ve siyasal taktik esneklik yeteneğiyle ustalaştı. Tüm ustalıklarına rağmen artık “kaos yönetmek”ten bahseden sistemin bir bütün olarak fazla manevra yapabilme kabiliyeti kalmadı.

Diğer taraftan genel hatlarıyla bir çizgi birliği olsa da  AKP için halen bir koalisyon partisi denilebilir. Fakat artık sistem partileri kendi içlerinde kurdukları koalisyonlar ile de yaşayamaz olmuştur. AKP’de yaşanan tasfiyeler, yıkımlar ve konum değiştirmeler bunun çok çarpıcı gösteriyor. Sünni ümmetçi-ırkçı çizgi içindeki depremin göstergesi Fethullah Gülen cemaati ile yapılan çatışmadır. F. Gülen cemaati ideolojik, siyasal, ekonomik ve örgütsel bir güçtür. Belki de Ümmetçi-ırkçı çizgiler içinde bunun kadar örgütlü ve TC devletiyle bütünleşmiş, uluslararası ilişki ve örgütlenmeye sahip başka bir yapı yoktur. Ama tek örgütlü gücün bu olduğunu düşünmek ise saflık olur.  AKP içinde halen bu çok parçalılık sürmektedir. Diğer taraftan sistemin ilişki tarzı ve işleyişi gereği kendi içinde bütün görünen yapıların müthiş bir şekilde ve eş zamanlı olarak çok parçalıdır.

Bugüne kadar Fethullahçı’ların siyasal ayağına dokunulmadı deniliyor. Çünkü bu bölüm hızla taraf değiştirip, Erdoğan ile aynı yerde durabilir. Öyle de oldu. Bunlar Erdoğan’a biat etmiş görünmekte zerre kadar tereddüt etmediler. Açıktan Erdoğan karşıtı bir tutum almayı çıkarlarına uygun bulmadılar. Zaten bunlarda bir ilke ya da ahlaki kurallar yoktur. “Yağmur nereye yağarsa tarlayı oraya kaldırmaya” çalışırlar. Düne kadar Gülen cemaatinin ekonomisinin eklentisi konumunda olan bir çok şirket, iş adamı vs. şimdi Erdoğan’ın arkasında sıraya girmiş gibidir. Bu bir gibi olma durumudur. Sessiz kalarak da güçlü olan Erdoğan’ın yanında durmuş oldular. Ancak kendi içlerinde iktidarlaşma sorunu ve depremsel koşullar sürmektedir. Her gün birbirin tekzip eden açıklamalar aynı yapının içinde çıkmaktadır. Başbakan ya da hükumet sözcüsünün yaptığı açıklamayı Erdoğan bir basın açıklaması ya da o günün konuşması içinde tekzip edebilmekte, ya da tam tersi şeyler söyleyebilmektedir. Hatta Erdoğan, üç gün önce ak dediğine üç gün sonra kara diyebilmektedir. Bu kadar sık bir uçtan diğerine savrulma eğer siyasette şiddetli iç sarsıntı ve siyasal istikrarsızlığın göstergeleri değilse nedir?

Türkçü-ırkçı çizgi

İkincisi MHP’nin Türkçü-ırkçı çizgidir. Esas olara mitolojik bir Türklük üzerinden ve kan bağı ile kendini tanımlayıp, Türki toplumların hepsini de kendi içinde toplamayı hedefleyen pan-türkist bir çizgidir. Kendisini daha çok başka halklara düşmanlık temelinde kurgular. Türklüğün etnik ve siyasal temsilini esas alan ırkçı-ulusalcı bir çizgidir. Bir ulusun ulusal kimliğinin tamamen içinin boşaltılarak, köksüz bir burjuva egemenliğine hizmet eder hale getirilmesinin çarpıcı bir örneğidir. Küçük mülk sahipleri ve orta sınıflardan beslenip, bu kitleleri kapitalist egemenlik sistemi içinde tutarken, sınıfsal/siyasal çizgisi olarak onların çıkarını savunmaya çalışır. Dayandığı toplumsal tabanın bütün sınıfsal özelliklerini bugün MHP’de görmek mümkün. Örneğin bir taraftan çok milliyetçi ve Müslüman görünürken İsrail ve ABD ile bağımlılık ilişkilerine çıt çıkarmaz.

Bugün geldiği nokta itibariyle,  AKP’den farklı söyleyebileceği pek bir şey kalmamıştır. Diğer taraftan dayandığı sınıfsal zemin şiddetli ekonomik krizin içindedir. Emperyalist tekeller ve onun yerel uzantılarıyla çıkarları hem çok ortaklaşmış hem de çok çatışmalı hale gelmiştir. Ortaklaşmıştır çünkü onlara göbekten bağımlıdır ve onlarsız var olması mümkün değildir. Çatışmaları şiddetleniyor çünkü pazar ve kar payını her geçe gün daha fazla kaybediyor.

Bu Irkçı-Türkçü çizginin Müslümanlıkla soslanmış halide yek vücut değil. MHP başta olmak üzere bu çizginin farklı bileşenleri arasında çatışma ve deprem olanca hızıyla sürüyor. M. Akşener ekibi bunun açığa çıkmış ve görünen örneğidir. Erdoğan anayasası için MHP’nin resmi tavrı, MHP’yi böldü. Merkez bir çok il ve ilçe yönetimini görevden aldı. Burada da bütün taşlar yerinden oynamış ve ne zaman ne olacağı konusunda kafalar karışık.

Ulusalcı sol/Kemalizm = CHP ve Perincek

Üçüncüsü; İdeolojik gıdasını CHP ve Perinçek’ten alan, Türkiye’de yumuşatılmış adıyla “ulusalcı sol” (Neo Naziler de nasyonal sosyalistlerdi.) denilen, çizgi: Kökleri İttihat Terakki’ye dayanan fakat kurucu lideri M. Kemal olan “Türk modernleşmesi” bütün özellikleriyle bu çizgide kendini bulur. Türkçü, Sünniliği devlet kontrolüne alan; “Laiktir.” Diyaneti o kurar ve Sünni İslam’ı kontrolüne alıp devlet dini yapar.  Aleviliği tanımayan Alevici: Bir taraftan kitlesel alevi katliamları yaparken diğer taraftan Alevileri savunuyormuş gibi yaparak kendi şemsiyesi altında toplamaya çalışır. Dersim katliamı bir zat M. Kemal döneminde, Maraş katliamı ise “umudumuz Karaoğlan” denilen Ecevit döneminde yapıldı. Geleneksel ve devlet eliyle büyütülen tekellerin partisidir.

“Bağımsızlıkçı”dır. Fakat ekonomik, siyasal ve ideolojik olarak göbekten bağımlı olduğu Batıya/Avrupya müthiş  hayran ve işbirlikçi. TC’nin ve Türklüğün kurucu ideolojisi ve çizgisidir. CHP ise devletin kurucu partisi ve sahibi olarak kendini görür. TC kurulduğundan bu yana CHP hükumette olsun ya da olmasın bu çizgi ülkenin gerçek yönetiminde, yani sistemin iktidarında hep söz sahibi olmuştur. Son 40 yıllık yakın tarihte ise MGK ve TSK eliyle iktidarın ortağı ve gerçek sahibi gibi davranmayı elden bırakmaz. Bu çizgi hep topluma kendisini batıcı sol bir varyant olarak sondu ve halen de sunuyor. Şimdi kitle tabanı olarak Türkçü-Alevi bir tabana sıkışmış durumdadır. Aynı zamanda CHP’de yer alan Alevi zenginleri ve kanat önderleri sayesinde emekçi alevi kitlelerini sisteme yedeklemeyi sürdürüyor.

Fakat bugün CHP kitlesi içinde de kazan kaynamakta, CHP içinde bir çok CHP nin olduğu bilinmektedir. Yani geleneksel tekelci güçlerin de süreci yönetmeye ilişkin ortaklaştıkları bir çizgi, siyaset ve anlayış yok denilebilir. Geleneksel tekeller içinde de ekonomik siyasal çatışma ve farklılık olduğu kendisini çok net olarak CHP’nin yaklaşımlarında gösteriyor. Dün HDP milletvekillerini dokunulmazlığının kaldırılmasına evet derken şimdi mevcut faşist anayasanın değiştirilmesine hayır diyorlar. Çünkü yeni anayasa egemen tekelci yapılar içinde de hükumet olanın diğerlerini kökten yok edebilmesinin önünü açıyor. Bunun için hayır kampanyası yapıyorlar. Egemen sistemin bütünlüklü siyasal kaos/ deprem halinin belirleyici ve temel nedelerinden biri budur.

Bu kesimler arasındaki çatışma birbirine karşı şiddet kullanacak düzeye gelmesine rağmen mevcut sistemin varlık yokluk sorunu olarak görünen sınırlı konularda halen domuz topu gibi birlik oluyorlar. Kürt Özgürlük davasına düşmanlık öncelikli ortak noktalarıdır. Türk ırkçılığı/ulusalcılığı ise ikinci ortaklıkları… Bu konularda bütün ayrılıklarını bir anda unutabilirler.

Egemenler arası iktidar mücadelesi ve şiddet

Ama bugün kendi aralarında kıran kıran bir iktidar mücadelesi verdikleri çok aleni. Depremsel durumu bu iç iktidar mücadelesini ifade ediyor. Halen depremin yıkım dönemi yaşanıyor. Bütün taraflarda yıkım yaşanıyor. AKP içinde yaşananlar, Gülen ve Erdoğan arasındaki çatışma esasen Türk-Sünni ümmetçi çizginin kendi içinde kanlı bıçaklı olmasıdır. Düne kadar Suriye’ye müdahalenin maşası olarak kullanılan İŞİD ile şimdi sınırlı bir bölgede yürütülen düşük düzey “savaş” bu çizginin kendi iç çatışmasıdır. Şimdi bir taraftan bu çizgi kendi içinde yıkımlar ve tasfiyelerle sistemi yeniden kurmanın hazırlıklarını yapmaya çalışırken, diğer taraftan yaşanılan depremden en az zayiatla kurtulmaya çalışıyor. Sıradan rutin değişimler yetmez bunun için. Köklü ve kapsamlı değişim ve yenilenmenin zorunlu olduğunu görüyor.

Yönetenlerin yönetemez olduğunu söylesek abartmış mı oluruz? Çünkü artık egemen güçler de kendi aralarındaki iktidar mücadelesini mevcut sistem yasaları ve barışçıl sistem işleyiş tarzı içinde çözemiyor. 15 Temmuz darbe girişimi, bunun arkasından Tayip ve AKP’nin karşı darbesi durumun bariz göstergesidir. Egemen güçler arasındaki iktidar mücadelesi bundan sonra farklı biçim ve dozlarda ama şiddet temelli olacaktır.

Biraz daha ayrıntıya girelim. Ekonomik veriler hiç iç açıcı değil. Enflasyon hesaplama verileri için yoksul kitlelerin günlük tüketim ürünleri esas alındığında çıkacak rakam, açıklanan resmi enflasyonun çok üzerinde olacaktır. Resmi askeri ücret bile bir çok iş yerinde uygulanamaz hale gelmiştir. İşsizlik oranlarını küçük gösteren onlarca hile yapılmakta, örneğin açık öğretimde okuyanlar dahi işsizler içinde sayılmamaktadır. İhracat büyük oranlarda düşüş yaşıyor. Turizm gelirleri ise ciddi darbe yemiştir. Ekonominin üretici sektörleri, ihracat olmadan ve ihraç alanları kapandığı taktirde varlığını sürdüremez. Ürettiği mal stoklarında kalınca kendini yeniden üretemez.

Diğer taraftan birikmiş bir banka sermayesi var. Bugüne kadar Libya, Irak, Suriye başta olmak üzer bir çok Arap ve Müslüman ülke egemen sermeye için önemli yatırım alanlarıydı. Sermeye ihracı için önemli alanlardı. Şimdi bu alanlarda mevcut paylar dahi kaybedilmiştir. Irak’ta Kürt bölgesi dışında Türk sermayesinin gidebildiği yer neredeyse yok denecek kadar. Libya inşaat sektörü başta olmak üzere önemli bir finansal yatırım alanıydı, şimdi yok. Suriye aynı keza… Savaşın tırmandığı ve bütün ülke sathında can güvenliğinin olmadığı koşullarda turizm zaten darbe yer ve olabilecek en alt düzeye iner. Bu anlamda hizmet alanından da ciddi bir darbe yenilmiş olur. Güvenlik sorunu çok önemlidir. Borsa kanalıyla gelen ve sürekli karlılık oranı yüksek olduğu kadar güvenli bir yatırım alanı arayan finans kapital de güvenli bulmadığı limandan hemen ayrılır. Döviz kurlarının yükselme eğilimi bu sermeyenin hızlı bir şekilde ayrılabileceğinin ve şiddetli sarsıntılar yaratabileceğinin sinyallerini vermiştir. Bu, Türk egemen sınıflarının  uluslararası finans kapitalin müdahalesine ne kadar açık ve ne kadar bağımlı olduğunu gösterir örneklerden birdir. Bu sürecin ne kadar kırılgan olduğunu gösterir önemli bir örnektir.

Ekonomideki kırılganlığı gösteren küçük verilerden birisi de döviz kurlarındaki ani düşüş ve yükselişlerdir. Bu durum kısa süre önce Türkiye’de yaşandı. Kısa sürede hızla dolar ve avronun yükselişi, finans kapitalin hızla ülkeden çıkması anlamına gelir. Çıktığı hızla girmesi ise fiili bir operasyon olarak düşünülebilir. (Erdoğan iktidarıyla yapılan pazarlık ve alınan sonuç üzerine çıktığı hızla geri girmiştir) Yani Türkiye ekonomisin emperyalist finans kapitale çok bağlı ve bunlarla yürüttüğü pazarlıklar sonunda bir çok şey vermiş olmalıdır ki, onun çıktığı hızla girmesini sağladı. Varlık fonunun alelacele kurulması bunun küçük bir işaretidir.

Başkanlık ve Faşist sistemde doğan boşlukların doldurulması

Egemen güçler açısından Türkiye’de başkanlık tartışması elbette yeni değil. Eğer hatırlanırsa 1990’lı yıllarda bu konuyu ilk Özal tartıştırdı. Başkanlık ve iki patrili bir sistemi kurabilmek onlar için en idealiydi. Sistem kendi içinde her sıkışma yaşadığında bu konu tartışıldı. Ancak bugün yaşadığı kadar bir sıkışmayı, deprem/kaos tarzını ilk defa yaşıyor. Egemenler arası çatışma, zorla mülkiyete el koyma durumları yakın Türkiye tarihinde ilk defadır. Bunlar daha önceleri gayrimüslimlere uygulandı. Şimdi ise Doğan grubunun ekonomik baskı yöntemleriyle hizaya getirilmesi, TÜSİAD cı geleneksel tekelci kulübün sesinin kısılması, ( bu semaye güçleri halen gerek ordudaki güçleri gerekse CHP ile sistemin asli güçlerindendir.) Fethullahçı sermeyenin ise zor alımı bunların somut örnekleridir.

Konuya biraz daha soyutlayarak bakalım. Yani tekelci yerel sermayenin ve uluslararası finans kapitalin hem Türkiye hem de orta-doğuda çıkarları için Türk egemenlik sistemi yeniden yapılandırılmalıdır. Bu yeni bir durumda değil. Egemen sistem bunu onlarca yıldır yapmaya çalışıyor. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi, bir kısım anayasa maddelerinin bu dönemde değiştirilmesi, yeni bir anayasa yapma tartışmalarının yıllardır sürdürülmesi gibi onlarca örnek, egemen sistemin kendisini yeniden yapılandırmasını zorluyor. Ancak gelinen nokta, gösteriyor ki, artık yolun sonudur. Mevcut durum ve koşullarla artık devam edilemez. Birbirini yemeden yola devam edemezler. Türk egemenleri uluslararası emperyalist sermeye ile daha güçlü masaya oturmak, bölgeden ekonomik, siyasal ve nüfuz alanı olarak daha fazla pay almak ve kendi önemini artırmak için kendi içi sarsıntılarını bitirmek zorundadır.

Mevcut anayasal düzenle ve yasalarla kendi iç sorunlarını çözemiyorlar. Egemen güçler de kendi içi sorunlarını sistem için barışçıl yöntemlerle çözemeyecek hale gelmiştir. Tek elli sistem, ekonominin tüm alanlarında faaliyet gösteren trilyonluk şirketlerin yönettiği tekelci güçler arasında da iktidarın paylaşılmasına tahammül edemez. Erdoğan anayasası ve başkanlık sistemi yeni yetme MÜSİAD’cı sermayenin, geleneksel sermayeye hükmetme, onu zamana yayarak tasfiye etme hamlesi ya da ikisinin yeniden harmanlamasıdır. Bu bütünlüklü bir proje olarak Sünni ve ümmetçidir.   Bir milyarlık Müslüman dünyası ile bu temelde bağ kurmak istiyor.  Türk ırkçılığı ile Türki cumhuriyetlere yönelme hesabındadır.

Başkanlık bu, ideolojik/siyasal çizginin hakimiyeti ve ekonomiye damgasını vurma çabasıdır. Bu çizginin yapacağı hamleler genel anlamda emperyalist ve yerel tekellerin kesinlikle çıkarına olacaktır. Bunun için hem uluslar arası hem de yerel devasa şirketlerin, zenginlerin; milyonların emeğini çalan hırsızların çıkarınadır ve onlardan güçlü bir tepki çıkmaz. Neden ve nasıl mı? ABD ve AB emperyalizminin çıkarınadır çünkü Orta-Doğu’ya açılacak yerel sermayenin bölgenin olanaklarını değerlendirecek, kapitalizm açısından bölgeyi bir bütün olarak değerlendirecek gücü ve çapı yok. Kaçınılmaz olarak her anlamda emperyalist merkezlere ihtiyacı var. Yani alanda tek başına, görece bile bağımsız çizgi izlemesi çok mümkün değil. Ama bir uydu olmayacağı da açık. Bu anlamda sistemin genel çıkarlarına hizmeti esas alırken, kendi payını da olabildiğince yüksek tutmaya çalışacaktır. Bu aralarında zaman zaman şiddetlenen çatışmalara sahne olabilir ama onların birlikte ve çıkar ortağı olduğu gerçeğini değiştirmez.

Erdoğan anayasasına özellikle Avrupa ve ABD başta olmak üzere uluslararası politik odaklardan hiç bir ihtiraz gelmediği gibi şu ana kadar Türkiye’de yaşanan şiddetli anti- demokratik uygulamalara karşı ciddi tek bir açıklama gelmedi. Bir çok yaklaşım ve görüşme ile bu durum bir biçimde açık ya da örtülü olarak destekleniyor. Elbette Türkiye hakkında emperyalist merkezler de bazı beklentiler ve planlar içindedir. Türkiye’nin Suriye savaşına fiilen dahil edilmesi bunun öncü göstergeleridir. Ekonomik yayılma ideolojik/siyasal bir kabul zemini yaratılmadan çok zordur. İşte Türkiye’de giderek hakim kılınmaya çalışılan Sünni-ümmetçi çizgi, bölgeye yönelik bir ideolojik/siyasal yönelimdir. Bölge ülkelerini hepsi bir kaç parça haline getirildi. Bunların bir araya getirilmesinin ortak noktalarını egemen sistem de arayacaktır. Egemenlik anlayışını zarar vermeyecek ve kendisinin bölgede kabul görmesini, kitle tabanına sahip olmasını sağlayacak temel ideolojik/siyasal motif, kültürel ve ahlaki değerler ancak bu zemine oturabilir. İşte Sünni İslam ümmetçiliği onun için yayılmanın ve toplumsal kabul görmenin ideolojik aygıtıdır. İslam ve ümmetçilik burjuvazi tarafından şimdi çok daha fazla ideolojikleşti. Biraz derinleştirirsek her bireyin günlük yaşam tarzı haline getiriliyor. Görünen şu ki; Türkiye ve bölge koşulları egemen güçler için ihtiyaç olan halifelik ise, onu ilan etmekten çekinmeyecek. Erdoğan iktidarının arkasındaki tekelci egemen yapı, sistemin varlık yokluk sorunu ancak böyle çözülür diyor.

Ancak şu gerçek ortadadır. Egemenler arası çatışmayı cenahlardan biri lehine bitirmek isteyenler iktidar gücünü daha fazla kullanarak diğerlerini her bir anlamda tasfiye edebilmenin olanaklarını yaratmaya çalışıyor. Tartışmasız bu bir güç yetirme ve ittifaklar sorunudur.

Kapitalizmin dünya çapında kriz, Türkiye ve Ortadoğu’nun içinde bulunduğu kriz/kaos durumu egemen güçlere çözüm için tek adam diktasından başka yol olmadığını söylüyor. Artık kuvvetler ayrılığı vs zaten Türkiye’de çok sınırlı şekilde uygulanan bu sistemin artık uygulanamaz olduğunu ve sistemin bekası için çözümün tek adam diktasına giden başkanlık olduğunu savunuyor. Emperyalist güçler ve onun yerli uzantıları artık Türkiye’de tek adam diktasına uzanan bir yönetim olmadan hem ülkenin yönetilemeyeceğini hem de Türkiye’nin bölgede emperyalist çıkarlara uygun tarzda konuşlandırılamayacağını düşünüyor. Yerli tekelci yapıların her kanadı başkanlığa değil, kendilerini kapsamayan hatta iktidar dışı kalan kanadın tümden tasfiyesine uzanacak bir başkanlık ve tek adam yönetimine karşıdır. Onlar için ideal olan; iki partili bir siyasal sistem ve bu zemine oturan başkanlıktır. Kendi varlıklarını sürdürmenin ve bölgesel güç olmanın bundan başka bir yolu olmadığını  bas bas bağırıyorlar.

Elbette bu konu bir paragrafla anlatılacak kadar basit değil. Öncelikle emperyalist güçler ile Türkiye egemenleri hata bu egemenlerin farklı kanatları ile ilişki ve bunların hepsinin birbiriyle ilişki ve çelişkisi, somut gücü ve koşulların gereği birbirine duydukları ihtiyaca bağlıdır.  Emperyalist güçler kendi kontrolünden çıkma ihtimali yüksek ittifaklarını farklı yöntem ve kuşatma tarzları ile egemenliği altında  tutmaya çalışır. Genel kapitalist çıkarlar için tek adam diktasına ihtiyaç duyduğu kadar, bunu kontrol edecek ve denetimden çıkmasını engelleyecek bir dengeyi kurmayı ihmal etmez. CHP ile AKP-İŞİD faşizmi arasındaki  kanlı bıçaklı olmasının nedeni, diğer kanadın tüm kontrol ve iktidar organlarından tamamen tasfiyesine giden yolun açılmasıdır. Emperyalist merkezler açısından da burası problemlidir. Eğer şu anda Türkçü-Kemalist çizgi iktidarda olsaydı Erdoğan’ın gibi bir çizgi izleyeceği kuvvetle muhtemeldir.

Dışarıdan bakıldığında güçlü gibi görünen bu yapının kendi içinde ne kadar çok parçalı ve kırılgan ilişkilere sahip olduğu açıktır. Bu anlamda Nisan referandumundan çıkacak sonuç egemenler arası çatışmayı dindirmeyecek tam tersine sonuç ne çıkarsa çıksın çatışma artacaktır. Bugün Sünni-İslam ümmetçiliği ile Türk ırkçı-ulusalcı çizgisinin bir ittifakı var. Bu ittifak Batıcı Kemalist kanada karşı daha fazla sertleşecek denilebilir. Zaten daha çok Türk alevi kitlelere sıkışan bu çizginin devlet ve iktidar olanakları daha fazla kullanılarak, Gülen cemaatine yapıldığı gibi kurumlarına el konulması, mal varlıklarının zor alımı gibi uygulamalar sonucun evet çıkması halinde hızla gündeme gelebilir. Bu alandaki kapışma Erdoğan/ Gülen cemaati çatışmasında olduğu kadar “küçük” sarsıntılarla geçmeyecektir. Hayır çıkması halinde bu çatışma tarafların daha fazla birbirini yıpratan çatışmasına sahne olacaktır.

Türkiye de önümüzdeki dönem egemen güçler açısından bu kadar çatışmalı ve çok parçalıdır. Aynı durum egemenler karşısında ezilenler için de fazlasıyla geçerli. Emekçi kitlelerin ve işçi sınıfının her türlü direnişi ve hak talepleri fütursuz bastırıldı ve şiddetle bastırılıyor. Her gün bunun onlarca örneği ile karşılaşıyoruz. Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) için tarihsel bir fırsatlar dönemi an be an yaşanıyor. Ülkede, onlarca yıldır  bekleyen devrimci önderlik için mütevazı ama öne açıcı adımlar atıldı. TDH açısından bu kuruluş, dirilişe giden yolun en temel taşlarındandır. Bunu büyütüp ileriye daha güçlü taşımaktan başka bir görevi ve çaresi yok. Bu öyle gel geç kısa bir zaman dilimine sıkışmış bir süreç değil. Onun için hedefleri iyi tartışılmış, stratejisi derinlemesine ve genişliğine tekrar tekrar tartışılıp derinleştirilmiş, temel hatları net belirlenmiş, taktiklerde müthiş esnek ve yaratıcılık yakalanmış bir devrimci önderliğin, ertelemeci ve liberal yaklaşmadan uzak ve aceleye getirilmeden kuruluş taşları sağlam döşenmelidir.  Türkiye Devrimci hareketinin bütün bileşenleri açısından bu süreç yeterinden fazla olgunlaşmış, hatta yer yer olgunluk aşamasını geçip,ciddi çürüme belirtilerini göstermeye başlayalı çok olmuştur.

Bu referandum süreci tamtamına bu devrimci önderliğin kuruluşu için yeni bir adım ve hamleye dönüştürülmelidir. Bunun için her sokak ve mahallede hayrı blokları kurmak, Bunları mahalle ve semtlerin gerçek halk örgütlenmeleri  ve meşru halk savunma kurumlarına dönüşecek bir ön kurumlar gibi görmek gerekir. Egemenler kendi aralarındaki çatışmaya emekçi kitleleri elbette yukarıda bahsettiğimiz ideolojik/siyasla temeller üzerinden çatıştırmaya çalışacaktır. Buna karşı halkların barış, demokrasi ve özgürlük blokunu kurmanın altyapısı olabilecek bir seçim çalışması ve bloku için atılabilecek her adım emekçi kitlelerin ve Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfının kazanımı olacaktır. Başta komünarlar olmak üzere tüm taraftar ve kadro yapısıyla ve tam bir seferberlik ruhuyla bu kısa sürece yükleneceğiz. Başarmak için hem koşullar uygun hem de yeterince deneyim, birikim ve cürete sahibiz. Yeter ki deneyim, birikim ve cüretimizin hakkını verelim.  Halklar diz çökmeyecek ve direnen halklar kazanacak.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Adınızı buraya yazınız