Yeni Bir Kopuşun Temsilcisi ve Öznesi Olabilmek* – Tufan Eroğluer

2320

Bu yazı, 2017 Nisan sonu yazılmıştır. Komün’ün kolektif üretim sürecine düşünsel olarak da katkı sunan Tufan yoldaşın bu çalışmasına, o, 30 Mayıs 2017’de, Rakka cephesinde ölümsüzleştikten sonra ulaşabildik. Yazının başlığı tarafımızca konmuştur.

Hem ülkede hem de Ortadoğu’da, son 10-15 yılda, tüm kesimleri etkileyen, tüm ülkeleri sarsan, çalkantılı büyük olaylar, çok hızlı yaşandı. 11 Eylül saldırısından sonra, başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalist güçler, Ortadoğu’yu yeniden paylaşma temelinde “medeniyetler çatışması” tezi ile bölgeyi istikrarsızlaştırma -zaten bölgede istikrar istisnadır!- ve müdahaleye yöneldiler. O süreçten sonra bölgenin direniş ve isyan dinamikleri farklı biçim ve görünümlerle kendini var etti.

Türkiye de etrafını saran bu ateş çemberinin dışında kalamazdı tabii. AKP iktidarının geçici normal ve istikrarlı döneminin bitişi ile çelişki ve çatışmalar iyice gün yüzüne çıktı. İşçi sınıfı ve ezilen halklar açısından, en son Gezi isyanında gördüğümüz öfke, egemenleri korkuttu. Gezi’den sonra yaşananlar, daha önce yaşanmış olanlar gibi hem çok hızlı hem de kafaları karıştıran, durup düşünmeye fırsat bırakmayan olaylardı. İktidar kapışmaları, darbe süreci, sistem değişikliği derken kimse durup ne oluyor, bütün bu yaşananlar nedir, neyin habercisidir, bizi ne bekliyor ve nasıl hazırlanmalı, ne yapmalıyız diyemedi. Oysa AKP iktidarı ve baş faşist Erdoğan ülkeyi adım adım bir “vatandaş harbi”ne sürüklüyor ve bunun hazırlıklarını yapıyor. Konsolide ettiği, savaşa hazırladığı kitleyi gözardı edemeyiz. Çünkü, malesef iç savaş, her ülkede iktidar ve iktidara karşı savaşanlar olarak bölünmüş olan emekçilerin ve halkların arasında yaşanır. Zaten böyle olmasaydı, azınlık bir tarafta çoğunluk bir tarafta olsaydı, iç savaş ve devrim gibi şeylere gerek olmazdı.

İşte yaşanan, böylesi bir kriz ve kaos dönemidir. Lenin, “Kriz dönemleri küçük partileri hızla büyütebilir” diyordu. Türkiye bu krizleri sık sık yaşayan, krizin normal olduğu bir ülke olarak kitlelerin öfkesi ve eyleminin dönem dönem devrimci harekete yöneldiği, aktığı süreçleri yaşadı. En son Gezi isyanında gördüğümüz bu öfke ve eylemi doğru anlamak ve kavramak gerekiyor. Çünkü bu gerçek anlaşılmadığı sürece kitleleri içerme ve onları içerip daha büyük bir kavgayı sürdürme konusunda adım atılamıyor. Şurası çok net ki, devrimci hareketin toplumsal-siyasal süreçlerdeki refleksleri ve gösterdiği yönelimler dışında bir turnusolu yok. Hareketin etkinliği, hedeflediği toplumsal kesimlerin devrimci hareketle olan ilişki düzeyiyle ölçülebilir. Devrimci hareket bu kitlelerle ne denli bağlantı kurmuş, yönlendirmiş, örgütlemiş ve harekete geçirebilmişse, etkililiği o derece başarılı olmuş demektir.

Devletin 2008’le iyice gün yüzüne çıkan yönetememe krizi ve bunun açığa çıkardığı devrimci imkanlara rağmen; toplumsal çalkantıları, krizleri fırsata çeviremeyen, kitlelerin öfkesi ve eylemini devrime taşıyamayan, statükoya hapsolmuş bir devrimci hareket gerçeğiyle karşı karşıyayız. İsteyen istediğini düşünebilir, söyleyebilir, yazabilir, “biz, farklıyız” diyebilir. Ama sorun, tek tek örgüt dünyalarını aşan temelli bir boyuttadır. Devrimci hareketin son 45 yıllık geçen zaman diliminde, tarih kendi hükmünü göstermiştir ki, yaşanan bu etkisizlik, edilgenlik durumu kalıcı bir hal almış, kangren haline gelmiştir. Durum arızi, geçici bir halden çıkmış, sürekli hale gelmiştir. Bu bakımdan devrimci hareket için eskiden kopuş temelinde yeni yollar bulmak, temiz bir sayfa açmak, kendi göbek bağını kesecek, kendi çürümüş ve kangren olmuş kısımlarını, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle dağlayıp kesecek cesaretle ileriye doğru atılmak elzem duruma gelmiştir. Aksi taktirde, devrimci hareketin büyük fedekarlıklarına rağmen; bir türlü gelişemeyen, kalıcı birikimler yaratamayan, sürekliliği sağlanamayan makus talihinden ve tarihinden kopuş mümkün değildir.

Bugün komünar devrimcilerin savunduğu, uğruna savaştığı ve ölümsüzlerin ışığıyla büyüttüğü “komün gücü” ve “özgürlük gücü” devrimci hareketin yaşadığı tıkanmaya, statükoya bir reddiyedir. Komünarlar, yaşanan tıkanmanın, devrimci hareketin kireçlenmiş tarzı ve bilindik yönelimleri, rutinleşmiş ritüelleri ile aşılamayacağının bilinciyle tarihin bize dayattığı, önümüze gelen kader kavşağında, yeni bir kopuşun temsilcisi ve özneleridir. Tıpkı ‘71 devrimci kopuşu, Komutan Orhan Yılmazkaya’nın ‘71 devrimci kopuş çizgisini, tasfiye koşullarında yeniden dirilten ve büyüten kopuşu gibi komünarlar da böylesi bir kopuşun temsilcileridir. Her komünar, bu kavganın hem neferi hem de komutanıdır.