DKP: 1 Mayıs’ı direnişe, seçimleri faşizme karşı savaş mevzisine dönüştürelim

1867

1 Mayıs’ın öngününde birleşik mücadelenin koşul ve dinamikleri üzerine Devrimci Komünarlar Partisi sorularımızı yanıtladı.

“Bahar devrimcidir! 8 Mart, kadınların erkek egemen sisteme itirazını yükselttiği gün oldu. Mart güneşi iliklerimize işledi. Kürt halkına ve onunla yan yana duran devrimci ve demokratik kesimlere karşı, Efrin işgal savaşıyla daha da şiddetlenen baskı ve saldırı politikasına rağmen, Kürt halkının diriliş günü olan Newroz kitlesel bir biçimde coşkuyla kutlandı. Şimdi önümüz 1 Mayıs. İşçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen halkların egemen sınıflara karşı mücadele günü. 1 Mayıs, aynı zamanda devrimcisi olduğumuz sınıf adına bir muhasebe günüdür. Her siyasi hareket, kendisini büyük altüst oluşların yaşandığı bu döneme nasıl hazırlayacağını tartışmak ve bir yol haritası belirlemek zorundadır. Zira bıçaksırtı bir durumla karşı karşıyayız. Faşist devleti, Tayyip’in sarayı ile birlikte yıkamazsak, o bizim çanımıza ot tıkayacak. Bu açık ve net! 1 Mayıs’ın öngününde bir durum değerlendirmesi yaparak faşizme karşı nasıl bir mücadele hattı öreceğimizi, birleşik mücadelenin olanak ve dinamiklerini Komün Gücü sitesi olarak sizinle tartışalım istiyoruz.”

1- Bölge ve Türkiye durumunun içiçe geçtiği bir süreçteyiz. Bu, birçok yönüyle tehlike ve fırsatların olduğu bir süreç. Biz devrimciler birer analizci değiliz. Yaşanmakta olan süreci kendi sınıfımızın gözünden okuyup devrimin olanaklarını nasıl büyütebileceğimize odaklanacağız. Bu bağlamda içinde bulunduğumuz dünya-bölge-Türkiye durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bakmak, görmek ve anlamak… Dönemin doğru bir okumasını yapmalıyız. Küresel bir rejim krizinin içindeyiz. Bunu, ABD’nin bu yılki Ulusal Güvenlik Strateji belgesinin kodlarını çözdüğümüzde rahatlıkla görebiliriz. Artık ABD, küresel anlamda düzenleyici bir hegemonyaya sahip değil. Bu yılki ulusal güvenlik tanımını bu durumun kabulü üzerinden yapmıştır. Öte yandan iki kutuplu bir dünyanın dengeleri de (Rusya ve Çin’in yükselişi her ne kadar artık tek kutuplu dünya sistemini altüst etmiş olsa da henüz oluşmuş yeni bir statüko yoktur) henüz belirginleşip oturmuş durumda değil. Bugün yaşamakta olduğumuz salt bir bölgesel rejim krizi olsaydı, bölgeyi dizayn edebilecek olan güçler burada belirleyici olur ve yeniden yapılanma adımları bu doğrultuda atılırdı. Ancak durum öyle değil. Emperyalist kapitalist sistemde mevcut statükonun dağılması ve yeni güçler dengesinin henüz oluşmamış olması bölgesel savaş halini derinleştirmektedir. Bunun en sivri ucu bugün Suriye’de yaşanmaktadır. Öte yandan bu kaos durumu devrimci imkan ve fırsatları da beraberinde getirmektedir.

Kriz tehlike ve fırsatların birliğidir. Hem egemen güçler açısından hem de işçi sınıfı ve emekçiler açısından. Kriz sermaye birikim rejimindeki -neoliberalizmdeki- tıkanmanın ve buna eşlik eden siyasal formun neoliberal demokrasinin krizidir. Diğer yandan genel tanımıyla kriz sistemin tıkanması ile yeniden yapılanmasının birliğini ifade eder. Eğer biz müdahale etmezsek ve kendi lehimize çevirmezsek…

İnsana dair ne varsa her şeyin alınıp satıldığı neoliberalizmin krizi, neoliberal birikim rejimindeki tıkanma halkların birbirine kırdırıldığı savaşlarla, sağcı ve faşist dalganın yükselişiyle aşılmaya çalışılıyor, emperyalist hegemonya ve güç ilişkileri bizim üzerimizde test ediliyor. Bu dünyayı yıkabilecek gücün biriktiğini görüyor, duyuyor, hissediyoruz. Diğer yandan yeni yaşamın kodları henüz yazılabilmiş ve içselleştirilebilmiş değil. Eski dünyaya dair tepki ve öfke zaman zaman patlak veren isyanlarla kendisine yol arıyor. Ancak bu bir gelecek ideali ile buluşamadığı için, içe doğru kırılmalar yaşıyor, yer yer gerici kalkışmalara ve savaşlara neden oluyor. Bölgemizde yaşadığımız durum da tastamam budur.

Emperyalist kapitalistler arasında ekonomik, siyasi, askeri olarak çelişkilerin en keskin ve çatışmalı olduğu bir coğrafyanın içerisindeyiz. Bölgede fay hatlarının harekete geçmiş olmasıyla, emperyalist kapitalist güçler, bölgesel güç merkezi olma iddiasındaki Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve İsrail gibi devletler bölgede ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel çelişki ve çatışmaları da kullanıp hegemonya alanlarını genişletmeyi, bölgesel rejim kriziyle birlikte, dağılmış olan statükoyu yeniden kendi lehlerine oluşturmayı hedeflemektedirler.

Bir bölgesel rejim krizinden bahsediyorsak, kuşkusuz bu, salt egemen sınıflar cephesinden değerlendirilemez. Harekete geçen fay hattı kanlı boğazlaşmalar ve çatışmalar eşliğinde ezilen halklar, işçi sınıfı ve emekçiler için de devrimci dinamik ve olanakları harekete geçirir. Rojava Devrimi ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin genişleyen ve büyüyen etki alanı, politik ve askeri bir güç olarak bölge çapında konum yükseltimi bunun sonucudur.

Diğer yandan, Türkiye, bu konjonktürel durumu değerlendirerek emperyal bir güç olma hayaliyle daha baştan Suriye krizine doğrudan müdahil olmuştur. Cerablus-Bab işgali sonrası Rojava devrimine dönük tehdidini Efrin işgali ile perçinlemiştir. Şimdi saldırı ve işgal tehditlerine bir üst perdeden devam etmektedir.

Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin Rojava devrimi ve Bakur’da özyönetim direnişleri ile birlikte gelmiş olduğu düzey, Türkiye cephesinde toplumsal patlama dinamiklerinin varlığı -ve bunun kendisini Gezi Ayaklanması ile bir kez göstermiş olması- faşist devleti bir açmazla karşı karşıya bırakmıştır: Sınıfsal, toplumsal, ulusal, cinsel her alanda yönetilemez hale gelen çelişki ve çatışmaları yönetebilmek, zapturapt altına alabilmek için devlet, baskı ve zor aygıtı olarak kendisini bir üst düzlemden örgütlemek zorunda kalmıştır. Faşist devletin başkanlık rejimine duyduğu ihtiyaç tam da buraya oturmaktadır.

En büyük talihsizliğimiz talihimizdir!

Çelişki ve çatışmaların, ülkenin yanısıra bölgesel çapta da bu kadar şiddetlenmiş olduğu bir dönem hiç olmamıştı. Faşist devlet, tüm muhalefet dinamiklerini yokedip tekçi egemenlik biçimini her yönüyle inşa etmeyi hedefliyor. Bugün tüm defolarına rağmen egemen güçler açısından AKP-Saray iktidarının hala tek alternatif olmasının nedeni bu stratejik hedeftir. Türkiye’de devrimci demokratik tüm kesimler, bu süreci faşizm tespiti ile karşılamaktadır. Ve böylesi bir dönemde faşizme karşı birleşik bir mücadele hattının örülmesi hiç olmadığı kadar önem kazanmıştır.

Avrupa’da yaşamıyoruz, bir İskandinav ülkesi değiliz. Büyük altüst oluşların yaşandığı bir coğrafyada, faşist baskı ve zorun öne çıktığı bir ülkede yaşıyoruz. Emperyalist güçlerin paylaşım kavgalarının orta yerinde olan bir bölgenin devrimcileriyiz. İçine doğduğumuz coğrafya hiçbir zaman bir istikrar bölgesi olmadı. Devrimci kalkışmaların da, savaş ve kanlı boğazlaşmaların da, emperyalist müdahalelerin de bol olduğu bir coğrafyadayız. Bu coğrafyada yaşamak hem şanssızlık hem de şanstır. Kan ve ölümün, sefalet ve yoksulluğun bol olduğu bir coğrafyada yaşamak elbette bir talihsizliktir. Ancak buna dair anlatılara çokça yer veriliyor. Biz tekrar girmeyelim. Emperyalist kapitalist sistemin tüm çelişki ve çatışmalarının kesişme, çakışma noktası olan bölgenin ve Türkiye’nin jeostratejik öneminden de dem vurmayalım. Kapitalist dünyanın jeostratejisinin canı cehenneme. Bırakalım steril dünyalarında masabaşına oturanlar bu analizleri yapsın. Biz devrimci kalkışmaların diyalektiğini, kaos süreçlerini, türbülans anlarını merkeze alarak, işçi ve emekçi sınıfların, ezilen halkların cephesinden jeostratejiyi yeniden oluşturalım. Özcesi biz şans kısmına odaklanalım ve “jeostrateji”yi devrime odaklanarak oluşturalım.

2- Sömürgeci faşist devletin, emperyalistler arası çelişkileri ve hegemonya mücadelelerini de değerlendirip bölgede daha da derinleştirdiği yayılmacı ve sömürgeci politikalarına karşı nasıl konumlanmalıyız? Efrin işgali savaşı birçok yönüyle dersler içeriyor. Süreç bitmedi, devam ediyor. Hepimiz cepheyi Türkiye’ye kurmaktan, sömürgeci işgal savaşını içeride faşist devlete karşı savaşa çevirmekten bahsettik. Bunun olanak ve dinamikleri nelerdi? Neden gerçekleştiremedik? Bundan sonra nasıl konumlanmalıyız?

Faşist devletin Efrin’i işgali, Rojava devrimi ile statü kazanmış olan Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme iradelerini yok etmeyi hedefliyor. Sömürgeci faşist devlet Kürt halkının kazanımlarını doğrudan kendi beka sorunu olarak okuyor, ki bu noktada hiç de haksız değildir. Rojava devrimi dört parça Kürdistanı, yetmedi bölge dinamiklerini etkilemiş durumdadır. Zira Kuzey Kürdistan devrimi için birçok yönüyle esinleyici bir deneyimdir. Diğer yandan bugün bölge ve dünya durumu, sömürgeci faşist devletin Kürt sorununu artık kendi sınırları içerisinde çözebilmesinin/bastırabilmesinin koşullarını ortadan kaldırmıştır. Ve yine bölge ve dünya durumu Kürt Özgürlük Hareketi’nin tarih yapıcı bir özne olarak önünü açmıştır. Rojava devrimini inşa eden Kürtler, bölgesel rejim krizine emekçiler, ezilen halklar cephesinden müdahil olmuş, bölgenin dinamiklerini değiştirmiştir. Bu ezilenler lehine tarihe bir dokunuştur. İşte faşist devlet çok haklı olarak Kürt halkının kendi geleceğini ilmek ilmek örmesinde, kendi geleceksizliğini görmekte ve korkmaktadır. Kuşkusuz faşist Saray iktidarı için Efrin işgali, “içeride” faşist kurumsallaşmanın önündeki en büyük engel olan Kürt ulusal mücadelesini kırma hedefinin yanısıra sınıfsal/toplumsal tüm mücadele dinamiklerini yoketmenin de aracıdır. Ve bu aynı zamanda Türkiye ayağında devrimci bir olanağın, daha filizlenmeden yokedilmesi hedefine bağlanmaktadır.

Küresel rejim krizinin bir yansıması olarak emperyalistler arası çelişki ve çatışmaların keskinleşmiş olmasını, bölgesel rejim krizinin yaratmış olduğu boşlukları değerlendirerek, Tayyip, Efrîn’i işgal etti. Böylece, tekçi egemenlik sisteminin rafine hali olarak başkanlık sistemini ve faşist devleti tahkim etmekte kullandığı şoven histeriyi zinde tutmuş, seçim konjonktürüne geçiş yapmış oldu.

Kürt halkının kazanımlarını yoketmeyi ve tüm toplumsal muhalefet dinamiklerini ezerek faşist diktatörlüğü daha ileriden tahkim etmeyi hedefleyen bu işgale karşı her alan ve düzeyde mücadele etmeliyiz. Efrin’i Türkiye’nin Vietnamı haline getirebilmek, salt Efrin’de işgalci güçlere karşı yürütülecek gerilla tarzı eylemlerle değil cephenin Türkiye’de (Kuzey Kürdistan’a da değil) kurulabilmesiyle mümkündür. Bu günün acil görevidir. TC’nin yayılmacı ve işgalci politikalarına karşı, Rojova devrimine dönük tehditlerine karşı yapacağımız tek şey budur. Ateşi her yere yaymalı, savaş cephesini tüm Türkiye’de kurmalıyız.

3- Bugün herkes faşizm tespiti yapıyor. Herkes ortak bir mücadele hattının elzem olduğunu söylüyor. Ve ama yine, bildiği yoldan ilerliyor. Bu yaman çelişkiyi nasıl çözebileceğimize dair bir düşünceniz, arayışınız var mı? Faşist devleti Tayyip’in sarayıyla birlikte yıkmak için birleşik bir mücadele hattının örülmesini yaşamsal gören diğer devrimci siyasetlerle hangi eksende buluşmayı hedefliyorsunuz?

Devrimci hareket bugün bir bütün olarak amaç kaybı yaşamaktadır. Faşist devletin saldırılarına karşı savunmacı bir çizgidedir ve gündelik faaliyetini sosyalist politikanın konusu olmaktan çıkarmış durumdadır.

Devrimciliği yapısökümüne uğratmalıyız ki toplumu yapısökümüne uğratabilelim. Devrimciliğin yapısökümüne uğratılması en başta gruplar dünyasının yapısökümüne uğratılmasıdır. Devrim hedefinden kopuk sadece kendi iç evreninin kodlarıyla politika yapan (yaptığını varsayan mı desek?!) bir devrimciliği son hücresine kadar yıkmadan bizim ne kendimize ne de öncülük tevdi ettiğimiz kitlelere bir hayrımız dokunur.

Türkiye devrimcilerinde davaya adanmışlık ve bu uğurda mücadele, yaşamını ortaya koyma hep oldu. Bu ileri yanımız. Ancak devrim yapma iddiasındaki bir devrimci özne için bu yetmez. Devrime önderlik edebilmek, kurucu söz ve eylemi gerektirir. Diyebiliriz ki, önderlik kuruculuktur! Teoride, siyasette, örgütlenmede kuruculuk… Devrimin sorun ve süreçlerini doğru kavrayabilmek ve buna uygun olarak her dönem kendisini yeniden kurabilmektir. Bugünün ihtiyacı tam da bu perspektifle örgütlenecek bir devrimci kopuştur. Büyük büyük sözlerin söylendiği ve ama gündelik faaliyetin de, örgütsel form ve şekillenişin de aynen devam ettiği, kalıp cümlelerin tekrarından öteye geçilemeyen bir evren değildir. Öylesi bir tarihsel eşikteyiz ki, ya toplumsal çürüme ve yozlaşmanın zirvesini yaşayacağız ya da devrimci sıçrama ve ayaklanmaların bir parçası, öznesi olacağız. Biz devrimci sıçrama ve ayaklanmaların hazırlayıcısı olacak birleşik mücadele hattını örgütlemeye odaklanacağız.

Devrimciliğin yapısökümüne uğratılması birleşik bir mücadele hattının oluşturulması için olmazsa olmazdır. Bu aynı zamanda devrim yapma iddiasında sahici olan her bir özne için varoluşsal bir sorundur.

Devrim yapabilmek önce kendinde “devrim” yapmayı gerektirir

Bugünün devrimciliğini inşa etmek istiyorsak, kendi kurtuluş ve özgürleşmesinin insanlığın kurtuluş ve özgürleşmesine sıkı sıkıya bağlı olduğunu sezgisel de olsa kavramaya başlayan herkesi içine alabilecek, onlara çekici gelebilecek bir yapıyı inşa edebilmeliyiz. Üretici güçlerin gelişmişlik düzeyini yoksayan ve salt dünün kalıplarıyla kadroyu, yüzünü bize dönen ve özgürce kendisini gerçekleştirmek için devrimcileşmek isteyen bireyi, baskılayan hiçbir örgütsel formun bugün geleceği yoktur. Devrimciliği kendisini gerçekleştirmenin biricik yolu olarak gören insanlara ve örgütlere ihtiyacımız var. Parti bunun önünde engel değil ön açan olmalıdır.

Nasıl bir dünya-bölge-Türkiye durumuna doğduk? Bu aslında, bizce, neden DKP sorusunun da yanıtını içeriyor. Keza hala kendimizden çıkıp birleşik mücadelenin olanaklarını yoklama ihtiyacımızı tetikleyen de budur. Aslında bu, aynı zamanda nesnelliğin doğru değerlendirilmesini de zorunlu kılmaktadır. Biz bu nesnelliğin ürünüyüz. Ancak bugün mevcut durumumuzla nesnelliğin dayatmış olduğu ihtiyacı karşılayabilecek şekilde, kendimizi örgütleyebildiğimizi iddia etmiyoruz. Diğer yandan dün de bugün de DKP, tüm devrimci birikimi içerecek şekilde kendisini inşa etme iddiasındadır, bu misyonla varolmuştur. Bugün de bu iddiayı taşıyabilecek birleşik bir devrimci odağın imkanını zorlamaktadır.

Devrimciler Konferansı’nı örgütleyelim

Diğer yandan, bu nesnel koşulların basıncı ile şunu da çok net söyleyebiliriz: Biz kendisi için “öncü” olan bir parti ve platform örgütleme arayışında olmayacağız. Zira devrimin ihtiyaç ve imkanları bugün, kendi içine daralarak, kendi dükkanına alan açarak karşılanabilecek bir süreç değildir. Kendi dışımıza taşarak dışımızdaki devrimci güçlerle, tarihten devrimi çağırabilecek kolektif bir özne olarak kendimizi inşa etmeye ihtiyacımız var. Bu TDH’deki ileri birikimi ve TDH’nin dışında kalan, dışına düşen tüm devrimci birikimi kapsayacak bir formla olabilir ancak. Bu perspektifle bir Devrimciler Konferansı örgütlemeyi hedefliyor, bunun çağrısını yapıyoruz.

Devrim ve sosyalizm dışında hiçbir kutsalımız olmamalı, sadece devrimci imkan ve olanaklara kilitlenmeliyiz. İşte o zaman içinde bulunduğumuz parti ve örgütlerin sadece devrim ve sosyalizm için birer araç olduğunu bilince çıkarabilir, kendimizden çıkabilmeyi başarabiliriz. Kendimizden çıkmalıyız, çünkü mevcut halimiz tam da kurum fetişizminin zirve noktasını oluşturmaktadır. Parti ve devrim ilişkisi üzerinden değil, adeta ilişkisizliği üzerinden yürüyoruz! Bu nedenle cemaatleşmeye varan bir örgütlenme anlayışı hakimdir TDH’de. Elbette devrim yapma perspektifi kolektif bir öznenin inşasını birincil hedef olarak önümüze koyar. Ama nasıl bir örgüt? TDH’de devrim iddiasını taşıyan ve bu uğurda savaşabilecek tüm güçleri içine alabilecek bir kolektifin/partinin inşası yaşamsaldır. Bu salt mevcut örgütlerin biraraya gelmesi perpektifi ile inşa edilemez. Bugünkü örgütlerin bir aradalığını sağlamak olsa olsa 10 zayıftan 1 şişman çıkarmayı sağlayabilir. Bize aritmetik bir toplam oluşturmak da geometrik bir toplam oluşturmak da bugün yetmez. Matrisin diliyle konuşmak durumundayız. Tüm yeteneklerimizi, birikimlerimizi ileriden buluşturabilecek bir hareket ve form oluşturmalıyız. Bir örgüt nasıl cemaat kültürünü inşa ediyorsa TDH de sınırları ve etki alanı bir öznesinden daha geniş bir cemaat olarak aynı kültürü inşa ediyor. Bizim kendimizden çıkmamız gerekiyor. Toplumsal üretim ilişkilerindeki dönüşümü kavrayan ve bugünün birey/sınıf/toplum durumunu doğru okuyan, bugünün ihtiyacı olan bir hareketi/örgütü inşa etmemiz gerekiyor. Üretici güçlerin gelmiş olduğu düzey, yeni bir birey/sınıf/toplum durumu ve yeni ihtiyaçları da beraberinde getirmiştir. Toplum-birey ilişkisini bireysel gelişim ve özneleşmenin önünü açacak şekilde kuramadığımız her örgütsel form yabancılaştırıcı bir etkide bulunacaktır. Bugün üretim sürecinde aktif olan insanları kucaklayabilen bir hareket yaratmak istiyorsak, ki devrimcilik salt üretim süreçlerinin dışına düşenlerin veya dışında kalanların inşa edebileceği bir şey değildir, bugünün ihtiyacı olan örgütün inşasına odaklanmalıyız. Bu temelde siyasal-ideolojik-örgütsel-pratik her alan ve düzeyde yürütmemiz gereken bir tartışma süreci var. Ancak önce kendimizden çıkmanın zorunluluğunu bilince çıkarmış olmalıyız. Bu TDH’nin iç evreninden, oluşturmuş olduğu statükodan kopuş anlamına gelmektedir. Mevcut haliyle devrim mücadelesinin engeli durumundaki bu kastlaşmış örgütleri/örgütü yapısökümüne uğratmadan, yıkıcı yaratıcı eylemi başlatmadan faşist devleti yıkabilecek, devrim yapabilecek bir gücü inşa edemeyiz. Bu nedenle her şeyin başı öncelikle yeniden bir derlenme, birleşik mücadele hattını ve onun örgütünü inşa etme eylemidir.

4- Devrimci örgütlerin yanısıra solda birçok çevre de AKP-MHP faşizmine karşı birleşik mücadelenin bir ihtiyaç olduğunu ve faşizme karşı tüm demokratik güçlerin bir araya gelmesi gerektiğini ifade ediyor, çağrıda bulunuyor. (Memleket biziz kurultay çağrısı, HTKP’nin kimi girişimleri vb. vb.) Bu yöndeki arayışlara nasıl bakıyorsunuz? Tüm bu kesimleri kapsayabilecek bir ortak mücadele platformu oluşturabilir miyiz? Nasıl?

Çok açıktır, faşizm kolektif davranma ve eyleme kapasitemizi yok etmeyi ve bizi paralize etmeyi hedefliyor. Diğer yandan ırkçı-şoven ve dindar kesimleri ise tekçi bir ideoloji temelinde “kolektif” davranmaya, güruh şeklinde hareket etmeye yönlendiriyor.

Birleşik mücadele hattının örülmesi dün de belki bir ihtiyaçtı, ancak hiç bugünkü kadar yaşamsal bir ihtiyaç olarak geniş çevrelerce duyumsanmamıştı.

Neden birleşik mücadele sorusunu salt güçsüzlüğümüz ve düşmanın gücü üzerinden ele alan yaklaşımlar sözkonusu. Kuşkusuz ortak mücadele, birleşik mücadele bir zorunluluk olarak ifade edilmiş oluyor ve bir yanıyla da doğrudur. Bu yönden baktığımızda birleşik mücadelenin yakıcı bir ihtiyaç olduğunu söyleyebiliriz. Ancak sadece bu yönden ele almanın doğru olmadığını düşünüyoruz. Birleşik mücadele bugün büyük bir altüst oluş sürecinin yaşandığı bir dünya-bölge ve Türkiye durumunda hem sıçramalı gelişimin örgütlenebilmesi için hem de karşımızdaki gücün faşist diktatörlüğün azgınca saldırılarından dolayı bir ihtiyaçtır. Yani fırsatlar yönüyle de tehlikeler yönüyle de… Biz bu ikisinin diyalektik bir kavrayışı ile hareket edemezsek salt savunma pozisyonunda oluruz. Oysa bugün faşizmin saldırılarına karşı durabilmenin yanısıra devrimin imkanları yönüyle de birleşik mücadeleyi değerlendirmek gerekiyor. Bunu bir önceki soruyu da kapsar şekilde ifade edebiliriz.

Artık yeter/ÊDÎ BESE!” diyecek herkesi kucaklayacağız

Liberal sol çevreler bile faşizm, faşist diktatörlük diyor, faşizme karşı cephe kurma ihtiyacından bahsediyor. Biz devrimciler bu dönemi nasıl değerlendiriyoruz? Faşizme karşı tüm güçleri bir araya getirecek bir dönem politikası belirlemeliyiz. Çok geniş çevrelerce yapılan çağrılara gelince, her birisini önemli ve anlamlı buluyoruz. Buluşma ve kesişmenin olanak ve dinamiklerini yokluyoruz. Faşizme karşı en geniş kesimlerin bir aradalığını önemsiyoruz. Artık yeter/Êdi bese sloganı ile tüm kesimlerin yakıcı ihtiyaç ve sorunlarını gündemleştirme hedefi bu kesimleri de kapsayacak şekilde geniş bir kesimle buluşmanın zeminini oluşturacaktır.

Birçok çevrenin birleşik mücadeleyi dillendirmiş olması ve bu yönde bir arayışın içerisine girmiş olması önemlidir. Ancak sanki birçok kesim birleşik mücadele, ortak mücadele cephesi derken kendisini örgütlemenin politikasını yapıyor, pratiğini sergiliyor. Biz faşizme karşı birleşik mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda konumlanacağız. Nerede bu yönde bir adım varsa onunla buluşup kesişmeyi hedefleyeceğiz.

Gezi isyanından iktidarı açısından doğru dersler çıkaran Tayyip Erdoğan, adım adım diktatörlüğünü pekiştirmek için saldırıya geçmiştir. Daha doğru bir deyimle tüm muhalefete savaş ilan etmiş ve bunu uygulamaktadır. Tekçi egemenlik biçiminden başka bir şey olmayan faşist diktatörlüğün hedefinde olan Kürt halkının kazanımları karşısında Kürt Özgürlük Hareketi cepheden tavır alarak direnmiştir. Devrimci hareketin diri güçleri de faşizme karşı savaş cephesinde konumlanmış ve bunun doğal sonucu Kürt Özgürlük Hareketi’yle aynı safta durmuştur. Ancak bu konumlanma mücadeleyi Türkiye sathına taşıyamamış, zayıf kalmıştır.

Liberal sol çevrelerin, devrimci-demokratik çevrelerin faşizm tespiti yapmalarına rağmen, faşizmin karşısındaki en büyük büyük direniş odağından, savaş gücünden, Kürt Özgürlük Hareketi’nden, uzak durduklarını söyleyebiliriz.Türkiye devrimci-demokratik güçlerin temel handikapı budur. Savaş naraları atarak şaha kalkan faşizm karşısında orta yol olmaz, ortadayım diyen güçlüden yana durmaktadır. Nitekim yaşadığımız süreç bunu ortaya koymaktadır. Faşizm alan kazanıyor tüm demokratik muhalefet paralize oluyor. Bu yüzden çağrımız faşizme karşı direnen herkesin ortak mücadelesidir.

Son olarak bu gündem bahsinde şunu söyleyebiliriz: Eylemin çağrıcılığına güvenelim. Eylemin örgütleyiciliğine ve birleştiriciliğine inanalım. Ve bu nedenle birleşik mücadele hattını eylemle oluşturalım, örgütleyelim.

5- Önümüz işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs. Sınıf mücadelesinin her dönemeci kendi 1 Mayıs’ını koşullar. Bu 1 Mayıs’a rengini verecek olan da, kuşkusuz bu dönemki mücadelenin sorun ve ihtiyaçlarıdır. Bu bağlamda 1 Mayıs’ı hangi perpektifle karşılıyorsunuz?

Faşist şefin baskın seçim kararıyla, bu 1 Mayıs faşizme karşı mücadelenin arenası durumuna gelmiştir. Yapılacak olan bir seçim değil faşist kurumlaşmaya meşruiyet hamlesi, başta devrimci güçler olmak üzere tüm muhalefetin kuşatılması, teslim alınması, tasfiye hamlesidir.

1 Mayıs’ı faşizme karşı işçi ve emekçilerin birlik, dayanışma ama ille de mücadele günü olarak örgütlemeliyiz. 1 Mayıs’ta karşı karşıya gelecek olan iki ayrı sınıf ve onun mücadele programlarıdır. 1 Mayıs sonrasını belirleyecek olan da budur.

Önümüzdeki 1 Mayıs seçimlerle, seçimden öteye faşizmin kurumlaşma hamlesiyle iç içedir. Yapılacak olan bu 1 Mayıs’ı faşizme karşı direnişin güçlü bir mevzisi olarak kurmak, bu yetmez, karşı atağa geçmek için hazırlanmaktır. Bu yüzden tüm güçlerimizle, faşizme karşı birleşik mücadele hattını örerek bu seçime hazırlanacağız. Tüm güçleri birleştirerek savaşı kabul etmek zorundayız. Seçimleri faşizme karşı savaş mevzisine dönüştürmek için bugünden harekete geçmeliyiz.

Bu seçimde kitabi kalıplara takılıp boykot veya katılma ikilemi arasında kalınamaz, zaten bu bir seçim değil savaş ilanıdır. Savaştan kaçamayız, boykot bugün savaştan kaçmaktır. Bu salt bir seçim değil dedik. Bu şu anlama gelmektedir; biz bugünden ne yapıp eylersek seçim sonrasına, hatta seçimin olacağı günün akşamına hazırlanmış olacağız. Çünkü asıl kavganın büyüğü o zaman olacak. Sandıklardan istediği sonuçları çıkarmak için her türlü hile, baskı ve zoru kullanacak olan faşist Tayyip’e karşı en geniş kitleleri harekete geçirecek bir direniş odağı olabilmeliyiz. Seçim sonrası çok daha çıplak bir biçimde işçi ve emekçilere, ezilen halklara yönelecek olan baskı ve zora karşı direnişi örgütlemekle karşı karşıyayız. Bu iş sandıkta bitmeyecektir. Bunun bilinciyle hareket etmeli, güçlü bir direniş hareketini örgütlemeliyiz.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Adınızı buraya yazınız