Devrimin Partisi: Her Daim Devrimci Bir Savaş Örgütü – Hevi Devrim

1638

Fikirlerin yalın bir biçimde anlatımı önemlidir. Ancak yalınlık basitlik değildir. İdeolojik-siyasal anlamda bir derinliği yansıtmak durumundadır. Polemik yürütmek, eğer hakkını verebilirsek, bu açıdan kullanışlı olduğu gibi, yapıcı ve geliştirici bir role sahiptir. Fakat polemik yürütmenin bir hassas noktası vardır ki alışılageldik şekliyle münazara ile karıştırılmaması gerekir.

Bakış Can’ın ““Savaş Partisi”, Ama Nasıl?” yazısını[1], “Devrimin Partisi, Ama Nasıl?” başlıklı yazımla[2] tartışmaya açmaya çalıştım. Derdim, TDH’de oldukça yaygın olan silahlı mücadeleyi faşizmle koşullu ifade eden yaklaşımı ve yine sık düşülen bir hata olarak, siyasal mücadele mi silahlı mücadele mi ikiliği  (Bakış Can’da bu, siyasal iktidar partisi mi savaş partisi mi biçiminde tezahür etmiştir) biçimindeki ele alışı eleştirmekti. Dikkat edildiyse, ilk yazıda sadece bu iki noktanın üzerinde durulmuştur.

Temel ilke şudur; devrim kurucu şiddet gerektirir! Kurucu şiddeti ise devrimci bir savaş örgütü ancak icra edebilir. Burada koşullara, coğrafyalara, zamana-mekâna göre bu kurucu şiddetin nasıl örgütleneceği, ne zaman yoğunlaştırılacağı, ne zaman farklı araç ve biçimlerin öne çıkacağı ise elbette değişir. Yazarın bu anlama gelebilecek vurgularına, ilk yazıda da değinmiş ve katıldığımızı ifade etmiştik. Ancak meselemiz bu değil.

Devam edelim, eğer siyasal iktidar mücadelesi kurucu şiddeti gerektiriyorsa, devrimin partisinin daha en baştan, her zaman ve her koşulda devrimci bir savaş örgütü olarak kendisini örgütlemesi gerekir. Siyasal iktidar partisi, kurucu şiddetin hazırlığından icrasına kadar her daim devrimci bir savaş örgütü olmak zorundadır. Diğer bir şey, rejim tipi ne olursa olsun burjuva egemenlik biçimi olarak devlet, nasıl ki yeni bir hukuk tesis ederken kurucu şiddeti gereksiniyorsa var olan hukuku korumak için de şiddeti gereksinir. Bu şu anlama gelmektedir; karşımızdaki düşman, yoğunluk derecesi farklı da olsa, her koşulda “hukuk” kurmak ve de “hukuk” korumak için şiddeti kullanır. Ve bu durumda ona kastetmeyi önüne koymuş bir devrimci özne de karşı şiddeti örgütlemeksizin bu çemberi yıkamaz. Yazarımız, son tahlilde devrimin şiddet gerektirdiğini ifade etmekle sorunun çözüleceğini düşünmektedir. Ama kazın ayağı öyle değil.

TDH içerisinde, faşizmin olmadığı bir ülkede, savaş partisinin sadece ayaklanma sürecinde, devrimin ön gününde gerekli olduğunu savunanlar oldukça fazla. Yazarımız da ilk yazısında ve devamında hiddetli bir biçimde klavyenin başına oturup yazdığı yanıt (ikinci) yazısında yazdıkları ile bu düzlemdedir. Yazarımızın iki yazısından alıntılarla gidelim.

Önce, “ “Savaş Partisi”, Ama Nasıl?” başlıklı ilk yazıdan:

“Nedir savaş partisi? Savaş partisi, savaşa göre örgütlenen, mücadele ve örgütlenmesini savaş esasına göre biçimlendiren siyasi parti demektir. Bu mücadele ve örgütlenmesini her şart ve koşulda böyle ele alan değil, belli şartlara ve koşullara bağlı olarak böyle ele alandır. Faşizmin uygulanmadığı koşullarda bu parti somut örgütlenmede bir savaş partisi değil, olağan bir siyasi parti olarak örgütlenir. Son tahlilde savaşı öngörüp esas alsa da, somut durumda veya mücadele ve örgütlenmesinin belirli aşamasında savaş partisi biçiminde değil, diğer esaslar biçiminde ele alır. (…) Faşizmin devrede olmayıp burjuva demokrasisinin geçerli olduğu koşullarda başından itibaren silahlı mücadele içinde örgütlenmek hatalı-sol, diğer esaslara göre örgütlenmek doğrudur.”

“Savaş partisi esasına göre örgütlenmek veya bu nitelik esasına göre örgütlenmek, faşizmin yürürlükte olduğu, örgütlenmelerimizin üzerinde baskı ve yasakların olduğu vb. vs. koşullar altında geçerlilik kazanan bir örgütlenme veya mücadele biçimidir. Nitekim savaş partisi olarak niteleme yaparken tam da bu koşullarda örgütlenip mücadele ettiğimiz için bu nitelemeyi yapmaktayız.”

Şimdi de, “Hevi’nin Sol Anlayıştan Peydahlanan Eleştirileri Üzerine!” başlıklı ikinci yazıdan[3]:

“Peki, bizler devrimin silahlı zor-şiddet kullanılmaksızın gerçekleşebileceği tarzında bir söylemimiz veya çağrışım yaratan bir ifademiz var mı? Hayır. Bizler devrimin temel ilkesini reddetmeksizin, devrimin başından beri savaş biçiminde/içinde gelişmesini coğrafyamızda geçerli sayıp bunu belli koşullarla, faşizm şartlarıyla vb. açıklamamız neden sorun oluyor?”

“Evet savaş partisi gerçekliğini faşizmle açıkladık, açıklıyoruz da. Ama devrimci parti-örgüt olmayı ne faşizme endeksliyoruz ne de savaş biçimini benimsemeye indirgiyoruz. Devrimci savaşın son tahlilde devreye girmesi, her koşulda silahlı savaş yöntemini kullanma anlamına gelmez. Devrimde silahlı mücadele ve zor-şiddetin temel bir ilke olması, her şartta silahlı savaş biçiminin kullanılması anlamına gelmez.”

“Eğer faşizm yoksa, uygulanmıyorsa, esasta savaş metodu-biçimi doğru olmayabilir. Ama devrimin temel ilkesi aynı kalır, değişmez.”

Maalesef alıntıları uzun tutmak zorunda kaldık. Zira yazar, ilk yazıda yazmış olduklarını unutup  “Devrimci bir savaş örgütü olmayı faşizmle koşulladığımızı nasıl ve nereden ileri sürebilmektedir Hevi.” diyebilmiştir.  Bu sefer belki saygı sınırlarını aşan bir dil ve üslup kullanmaz, ama yine niyet okuduğumu iddia edebilir veya “iftira” vb. biçiminde ithamlarda bulunabilir, bunlara hiç gerek kalmasın diye yazana da okuyana da külfet olsa da alıntıları uzun tutmak farz oldu.

Devrim partisiyseniz, yaratıcı yıkıcı eylemin en büyüğü olan devrimin zor yoluyla olacağını kabul etmiş oluyorsunuz. Ki bu konuda yazarla bir anlaşmazlığımız söz konusu değildir. Öte yandan, burjuva demokrasisinin söz konusu olduğu bir ülkede, partinin bir savaş partisi olarak değil de “olağan bir siyasal parti” (ne demekse!) olarak örgütleneceğini söylediğiniz anda zorun o büyük an’da, ayaklanma gününde altın vuruş misali kullanılacağını söylemiş oluyorsunuz. Oysa zoru örgütlemek, “o büyük saat”e hazırlanmak; eyleyerek olabilecek bir şey. Öncü partinin “o büyük saat”e her gün, her dakika, her saniye hazırlanması; kitleleri de devrimci kitle şiddetini yaygınlaştırarak pişirmesi, savaşa hazırlaması gerekir. Bunlar ilk yazıda ifade ettiklerimdi. Yeni bir şey söylemiş olmuyorum.

Tartışmada ses yükseltme efekti tadında (saygı sınırlarını zorlayan hitap ve üslup kullanılmış olması da bu minval üzeredir) yazılanlarla yazar yanıt yazısında hangi eleştirimize doyurucu bir yanıt verebilmiştir? Niyet okuma anlamına gelebilecek,  ‘bak yasal parti demiş bir şey mi ima ediyor’, ‘bak savaşmayacağımızdan korkuyor’ tarzı söylemlere başvurması ise bizim açımızdan anlaşılır değildir. Savaşmaktan vazgeçtiğinizi düşünüyor olsaydık ve de bu temelde bir eleştiri getirmek gibi bir niyetimiz olsaydı, emin olun bunu doğrudan yapardık. Ne düşünüyorsak bunu yazacak siyasal cesarete sahibiz. Bu yüzden niyet okuyuculuğu yapmaya gerek yok. Eleştirimiz oldukça yalındır. Ve de burada yazara bir iftira falan da atmışlığımız yok. Dikkatli okur, şunu görecektir: Yazar ilk yazıda sorunlu gördüğümüz yaklaşımını ikinci yazısında daha da derinleştirmiş olarak ifade etmiştir. Bir farkla, bu sefer kargadan başka kuş bilmez edasıyla, silahlı mücadele nerede varsa o an, o koşullarda zaten faşizmin hazır ve nazır olduğunu söylemiştir ki bu tam bir fecaattir. Burjuva demokrasisinin olduğu Almanya ve İtalya’da silahlı mücadele yürütmüş RAF ve Kızıl Tugaylar örneğimizi, böylece boşa çıkarmış olduğunu düşünmekle yanılmaktadır. Bu koyuşla çok daha büyük çamlar devirmiştir. Şimdi buradan ilerleyelim.

Burjuva demokrasisini nasıl bilirsiniz?

Burjuva devlet, kriz anlarında, kaos aralığında, siyasal anlamda belirsizliğin açığa çıktığı anlarda, toplumsal işleyişi kesintiye uğratan, hukuku askıya alan bir “olağanüstü hali” inşa eder. Burada “olağanüstü hal”, bir hukuksuzluk halinin hukuka dönüşmesi ile sonuçlanır. İşte tüm bu süreç şiddetin ya bir tehdit ya da doğrudan siyaset kurucu olarak işlediği bir süreçtir. [4]

Burjuva demokrasisi, burjuva diktatörlüğüdür. Burjuva demokrasilerinde gözetim ve kontrol mekanizmaları oldukça gelişkindir. Devletin baskı ve zor aygıtları, çoğunlukla şiddeti üstü örtük ve rafine biçimlerde uygular; kendi cephesinden ihtiyaç hâsıl olduğunda en katliamcı pratikleri sahneye koymaktan da çekinmez. Burjuva sınıf egemenliğine kasteden herhangi bir pratiğe karşı, her yerde hazır ve nazırdır. Ancak bu ihtiyaç, burjuva liberal kapsama mekanizmaları nedeniyle faşist devletlerde olduğu gibi sürekli ön planda değildir. Faşist diktatörlüklerde devletin siyasal/sınıfsal/toplumsal/kültürel rıza üretim mekanizmaları daralmış olduğu için baskı ve zor aygıtı olarak devlet, doğrudan kendisi bir rıza üretim aracı haline gelir.

Mesele, burjuva sınıf egemenliğinin nasıl sağlanacağıdır. Rıza üretimini, siyasal ve toplumsal olarak daha geniş bir temelde yeniden üretebiliyor olmaktır burjuva demokrasileri ile faşizmin ayrım çizgisi. Faşizm, burjuva sınıf egemenliğinin daralan siyasal, toplumsal, ekonomik temelleri nedeniyle baskı ve zor aygıtlarının bilfiil rıza üretim mekanizması olarak çıplaklaştığı rejim tipidir. Kuşkusuz bu iki rejim tipi, bizim kullanacağımız mücadele araç ve biçimlerini, konumlanmamızı etkiler.  Meseleye yaklaşımda, esastan bir değişiklik yapmaz; ancak hangi enstrümanın diğerlerine göre öne çıkacağını ve diğer enstrümanların da ne şekilde, nasıl kullanılacağını belirler. Evet, burada katılıyorum, Bakış Can’a; “o büyük saat” her durumda şiddeti gerektirecektir. Ayrıldığımız nokta, bu böyleyse, tam da bu yüzden, devrimci savaş örgütü olmanın, her dönem söz konusu olması gerektiğidir.

Faşizme görelilikle burjuva demokrasisinin tariflenmesi şuna yol açmaktadır: Baskı ve şiddetin olduğu, devletin zor aygıtlarının öne çıktığı koşulları ve dönemi faşizm olarak değerlendirme… Böylece baskı ve zorun olduğu dönem faşizm, olmadığı dönem ise burjuva demokrasisi olarak kodlanmış oluyor. Baskı ve zorun baki olması ve aynı zamanda rıza üretim mekanizmalarının doğrudan oluşturucusu olmak gibi bir rol oynaması, faşizmin karakteristiğidir. Ama tek karakteristik özelliği, bu değildir. Diğer yandan burjuva demokrasilerinde baskı ve zorun olmadığı, olmayacağı varsayımı ise düpedüz saçmalıktır. Burada RAF önder ve militan kadrolarına dönük uygulanan yok etme ve cezalandırma politikalarını, hala yürürlükte olan İtalyan ve Alman Ceza hukukunu buna örnek olarak vermiştik. İspanya’nın, Katalanların bağımsızlık referandumu sonrası, bağımsızlıkçılara uyguladığı baskı ve tutuklama terörünü ve referandumu tanımayıp referandumda ayrılıktan yana tutum alan partileri kapatmasını ve buna Avrupa’nın hiçbir yerinden itiraz gelmemesini de burada not edelim. İspanya’da kimse günübirlik faşizme geçildiğini iddia edemez. Daha önce de söyledik; şiddet hukuk oluşturur, siyasal iktidarı tesis eder; siyasal iktidarı, onun hukukunu korur. İşte İspanya’da olan budur. Ve bu salt faşizme içkin değildir. Bu en doğru tanımla burjuva egemenlik biçimlerinin hepsine içkindir. Birisinde daha öne çıkmış ve perdesiz olarak, diğerinde sınıfsal/toplumsal/siyasal/kültürel tüm kapsama mekanizmaları ve ideolojileri ile birlikte, sadece gerektiğinde öne çıkan ama sürekli olarak devrede olan bir unsur olarak… Bunun gayet anlaşılır olduğunu düşünüyorum.

Burjuva egemenlik biçimlerinin hepsi, biri fazla biri eksik, baskı ve zoru içerir

“Hevi tartışıyor ama burjuva demokrasilerinde gerektiğinde faşizm uygulanır diyerek görüşlerinin arkasında durmuyor, burjuva demokrasilerinde faşizme başvurulduğunda savaşın geçerli olduğunu itiraf ediyor.” Yazarın bu yazdıklarından sonra, bize düşen, durumu anlaşılır hale getirmek için baştan başlamaktır:

1- Burjuva demokrasilerinde uygulanan faşizm değildir. Burjuva demokrasileri burjuva diktatörlükleridir. Lenin’den gidelim, demokrasi arı değildir. Bir sınıfla koşulludur ve bu sınıfın kendisini kurma biçimi belirleyicidir. Baskı ve zorun olmadığı bir burjuva egemenlik biçimi yoktur, buna burjuva demokrasisi de dâhil.

2- Faşizan baskıların olduğu her zaman ve mekânda hiçbir bağlama oturtmadan faşizm denemez. Rejim tipinin tanımında bu kadar sığ bir noktaya savrulamayız. Ben, burjuva demokrasilerinde de baskı ve zor aygıtları kullanılır diyorum. Zulüm ve işkencenin, baskı ve zorun olduğu monarşilerde, henüz daha kapitalizmin boy vermediği dönemlerde baskı da zor da iki dudak arasındadır ve sürekli devrededir.  Dehşet bir akıl yürütmesi yapılmış oluyor. Burjuva demokrasilerinin olduğu ülkelerde devletin zor aygıtlarının gerektiğinde devrede olması ancak bu şekilde yorumlanabilirdi. Yazarın bu akıl yürütmesi sonrası, burjuva demokrasisini nasıl bilirsiniz, sorusunu sorma ihtiyacı doğar.

Yine yazdıklarımdan çıkartılan zorlama sonuçlar: “Şöyle demektedir Hevi, burjuva demokrasileri de gerektiğinde, yer yer veya bazen faşizme başvurmaktadırlar. Doğru. O halde buralarda gelişen bu durumlarda da savaşın geçerli olduğu sonucu çıkmaz mı? Peki sorun ne? Burjuva demokrasilerinde savaşın her koşulda geçerli olmadığını kabullenen ama bunu evirip çevirmeye çalışan Hevi neyi eleştirmektedir?” Burjuva demokrasilerinde de parti, devrimci bir savaş örgütü olarak örgütlenmek zorunda diyorum. Her zaman savaşılmaz demiyorum. Zira savaşla siyaseti bir ikilik olarak ele almıyorum. Neyin siyasetini yaparsın? Devrimin. O halde kurucu şiddetin propagandasını ve ajitasyonunu yaparsın ve de rejim tipi ne olursa olsun, her fırsatta, hem öncünün donanımı hem de kitlelerin silahlı kalkışmaya hazırlanması için kurucu şiddeti inşa etmeye çalışırsın.

“Madem burjuva demokrasileri ancak gerektiğinde faşizme başvuruyor ise, genel yönetimde faşizmi değil, burjuva demokrasisini uyguluyor demektir.” Burada sıkıntılı olan, rejim tipini anlamama sorunudur. Ben, burjuva demokrasileri ancak gerektiğinde faşizme başvuruyor, demedim. Baskı ve zor aygıtlarını gerektiğinde kullanır, dedim. Diğer yandan bu gereklilik, aynı zamanda öznenin devrimci bir savaş örgütünün kendisini inşa etme ihtimali durumunda hep devrede olmuştur. Alman ve İtalyan devletinin RAF ve Kızıl Tugayları yok etme stratejilerini boşuna örnek vermedim.

Ne söylediysek, o: Maoist dostlarımızın silahlı mücadeleyle arasına mesafe koyduğunu düşünmedik, düşünmüyoruz!

[Hevi’nin],“Nedir korkusu? Açık söylemese de satır aralarından okunabilen ‘’savaşı reddedecekler, parlamentarizmi, legalizmi (Legal parti’nin işlenmesi burada manidardır) benimseyecekler’’ gibi içinde ikna olduğu mesnetsiz önyargılarıdır. Hevi’nin bu konuda gereksiz polemik yürüttüğü açıktır.” Çok yalın bir biçimde, yazıda niyet okumalara falan gitmeden, açıkça, TDH’nin genelinde düşülen hataya; Gazete Patika yazarının da düştüğünü -silahlı mücadeleyi, yazarın ifadesi ile savaş partisi olmayı faşizmle koşullu ele aldığını- ve bunun ciddi bir sorun olduğunu ifade ettim. Bugün, faşizm tespiti yapıyor olmakla, zaten devrimci bir savaş örgütü olmanın zorunluluğunu yazar da koyuyor. Ve biz biliyoruz ki, Maoist yoldaşlarımız, Türkiye için faşizm tespitini -eğer bu konuda siyasal-ideolojik çizgilerinde bir dönüşüm sözkonusu değilse-, cumhuriyetin kuruluşundan beri yapmaktalar. Bu anlamda, Türkiye için sürekli faşizm anlamına da gelebilecek bir tahlilleri söz konusudur. Dostlarımızın bir faz değişikliği yapacaklarına, legalizme, parlamenterizme saplanıp bir savaş örgüt olmaktan vazgeçeceklerine dair bir düşüncemiz yoktur. Bu bir yana; legal parti meselesine de buradan bakmıyoruz. Eğer güçlü bir devrimci savaş örgütünüz varsa, mücadelenin tüm araç ve biçimlerini kullanabilirsiniz. Ona kumanda edecek olan yeraltı temelinde örgütlenmiş olan devrimci savaş örgütünüzdür. Bu noktada yazarın ima ettiği gibi, bir bel altı vuruşumuz falan yok. Mücadelenin hiçbir araç ve biçimine karşı, kategorik olarak reddiye içinde değiliz. Ayrıca bugün, HDP’nin içerisinde çalışmada bir beis görmeyip legal parti eleştirisi yapacak kadar da aklımızı, peynir ekmekle yemiş değiliz. Öte yandan siyasal-ideolojik olarak bir şeylerin doğru konulmaması, farklı ülke deneyimlerinin ve tarihsel süreçlerin sağlıklı değerlendirilmemesine yol açar. Ve ayrıca geleceği de ipotek altına alır. Daha açık ifade edelim, “silahlara elveda” diyeceğiniz yönünde bir eleştiri ve değerlendirmemiz yoktur. “Devrimde silahlı mücadele ve zor-şiddetin temel bir ilke” olarak koymanız – devrimci bir savaş örgütü olmayı faşizmle koşullu ele alsanız da-, Türkiye’de “sürekli faşizm”e tekabül eden faşizm tahlilinizden (“sürekli faşizm”e tekabül eden faşizm tahlilinin de oldukça sorunlu olduğunu düşünmekteyiz, ama konumuz bu değil) dolayı, yazınızda buna yakınsayan bir değerlendirmenizin olduğunu da düşünmüyoruz. Yazarın yazdıklarımdan, bu yönlü, zorlama sonuçlar çıkarmasına gerek yok.

Güçlü bir diyalektik kavrayış; savaş partisi mi, siyasal iktidar partisi mi ikiliğine düşmez

Gelelim, savaş örgütü mü, siyasi iktidar partisi mi ikiliğine. Bunu, hangi niyetle yapmış olursanız olun, yanlıştır. İlk yazıda da belirttim, hangi niyetle yapmış olduğunuzu, meramınızı anlayabiliyorum. Ama bu meramınızı anlatmak için seçtiğiniz yol, yanlıştır. Bu tarz bir ikilik oluşturmak, niyetten bağımsız olarak, devrimci savaş örgütünün konjonktürel olarak ele alınmasına yol açar. Söylediğim bu kadar yalın ve nettir. Bu konuda birinci yazıda ifade ettiklerimi, yanıt yazısından dolayı tekrar tekrar ifade etmek zorunda kalmak benim için züldür. Ancak yine bir niyet sorgulaması ile karşı karşıya kalmamak için yazmak zorunda hissediyorum.

Pozitivizm, ikilikler üzerinden tanım oluşturmaya çalışır. Ve bu ikilikler birbirini dışlar. Biri varsa (görüngü olarak tezahür ettiyse) diğeri yoktur. Zaten ikilik olması da buradan gelir. Görüngünün özsel olan yönü görülmez. Kuantum fiziğinin (neo)pozitivist yorumunda, (kuantumun pozitivizme indirilmiş bir darbe olduğu iddiasına rağmen)  özsel olanla görüngü arasında bir birini dışlayan bir ilişki oluşturacak şekilde dalga-parçacık ikiliği tanımı vardır. Kuantum fiziğinde, atom altı parçacıkların gözlemcinin etkisine bağlı olarak, ya parçacık ya da dalga özelliği göstermesidir sorun alanı oluşturan. Ve bu sorun alanı, kuantumu belirsizlik felsefesine, katışıksız idealizmlerine altlık yapanlarca dalga-parçacık ikiliği olarak ifade edilir. Birbirini dışarılayan ve ama dışsal bir tamamlayıcılık ilişkisi ile yeniden kurulan bir ilişki vardır burada. Oysa kuantum fiziği, bizi güçlü bir diyalektik kavrayışa götürür. Düz ve dar çelişki kavrayışını reddeder. Dalga-parçacık ikiliği zırvalığından, pozitivist yorumlardan kopuşu ise dalga-parçacık ikiliğinin yerine maddesel dalga belirlemesini yaparak sağlar. Her parçacığa eşlik eden bir dalganın varlığı… Böylece artık ikilik ortadan kalkmış olur.

Şimdi gelelim, Bakış Can’daki ikilik mevzusuna. Yazarın yanıt yazısında, eleştirmiş olduğum ikilik devam ederken, bu iki düzey arasında dışsal bir tamamlayıcılık ilişkisi kurulmaktadır. Oysa maddesel dalga örneğindeki gibi burada da diyalektik kavrayış, siyasal mücadele mi silahlı mücadele mi ikiliği değil, kurucu şiddeti içeren, buna hazırlanmak için her koşul ve dönemde eyleyici olmayı hedefleyen bir siyasallıkla, devrimci bir savaş örgütünü savunmayı gerektirir. Ötesi gerçekten boş lakırdıdır.

Bir eleştiri de yazarın eril diline dönük

Polemik iyidir, bir düzey tutturulur ve karşıdakini mat etme anlayışı ile hareket edilmezse… Bakış Can’ın yazıdaki hitap biçimi de dahil, düzey sorunu olan üslup meselesini ve oldukça zorlama, devrimci eleştiriye kapalı ve her şeyi niyet okuma tarzı ile refüze etme yaklaşımı ise polemik sınırlarında değerlendirilemez. Bu tarz ve üslup bizden uzak olsun. Tartışmalarda hegemonya oluşturmanın sakil biçimlerine tenezzül etmemeli, ideolojik-siyasal hegemonya oluşturmanın biçimi olarak bunu görmemeliyiz. Zira artık “kendi mahallemiz”de dahi, bunun bir karşılığı yoktur!

Yazar, son yazısında,  yanıt yazısındaki dil ve üslubuna dönük bir özeleştiri veriyor.[5] Önce hatalar ve buna yaklaşımla ilgili uzun bir girizgâh yaptıktan sonra yazıyı şöyle bitiriyor:

“Örneğin, bir-iki köşe yazım önce Hevi Devrim’in eleştirilerine yanıt vermiştim. Bu yanıtımı içerik açısından esasta doğru buluyorum. Fakat yöntem veya üslubumda kaba değerlendirilebilecek kadar hatalı olduğumu ifade etmek durumundayım. Beni bu hataya sürükleyen sebep, önyargılı ve sübjektif davranmamdır ki, bu sebebi açıklayarak tutumumu aklamaya değil, tersine eleştirmeye çalışıyorum. Açıktan tutum ya da yöntemimi eleştiriyor, Hevi dostumuza öz-eleştiri vererek anlayışına sığınıyorum.

Belirteyim ki, yöntemde kaba olmama sebep olan önyargılı veya sübjektif düşünüş tarzıma tekrar sebep olan da, benim Hevi dostumuzu daha yakın paylaşımlarda bulunduğum başka bir dostum olarak anlamam-algılamamdır. Tam öğrenmeden aceleci ve yeterince düşünmeden önyargılı olarak kafamda resmettiğim (daha yakın ilişkide olduğumuzdan dolayı bu algıyla daha rahat davranmama yol açan) X dostum sanarak eleştiri üslubumu nispeten kaba ve sert tutmama yol açtı. Son tahlilde hata yaptım ve sebepleri izah ettiğim gibiydi. Ki dediğim gibi, sanarak hareket etmemden öteye, sandığım dostum da olsa eleştiriye yanıt veren eleştiri yöntemim hatalıdır. Hevi dostumuzdan da kendisi bilmediği halde eleştirime hedef olan kafamdaki masum dostumdan da özür dileyerek, okuyucuyla paylaşmayı devrimci sorumluluğum olarak telakki ediyorum…

Hatalar öğrenmeye vesile olsun…”

Yazarın özeleştiri yapmış olmasını, kuşkusuz önemsiyoruz. Ancak hatanın öğrenmeye vesile olması için, öncelikle o hatanın daha somut tanımlanması, alt metninin doğru analiz edilmesi gerekir. Burada mesele, sübjektif ve önyargılı davranmakla sınırlı değildir. Bu anlamda, yazarın vermiş olduğu özeleştiri yeterli değildir. Öncelikle sınır aşımını tarif etmek gerekiyor. Bu, çok açıktır: Eril dil ve üslup!  Muhatabı ben veya bir başka arkadaş olmuş, fark etmez; yazarın öncelikle bunu görmesi gerekir.

“Çünkü hatalar bilinmeden ve istenmeden yapılandır, bilerek ve isteyerek yapılan değil. Bilinçli bir eylem ya da davranış değil, bilinçsizce yapılandır. Genel olarak bu doğrudur ve hatalar için bu değerlendirmede bulunmak yanlış değildir. İstisnalar olabilir ama adı üzerinde istisnadır ve “istisnalar kaideyi bozmaz.’’” diyor yazarımız. Yazısında yaptığı saygısızlığı, kişiyi karıştırmaktan dolayı yaptığını söylüyor. Ama o üslubu, sandığı kişi olsam da hak etmiş olmayacağımı da ifade ediyor. Zira hem bana hem de ben sanarak onca şey döşendiğini sandığı “X dostu”na özeleştiri veriyor. Yani yanlışa düşerken bir bilinçsizlik hali yok. Bilmeyerek değil bilerek yapmış olduğu bir yanlış var. Yazarımız, bunu kastederek “istisnalar kaideyi bozmaz”  diyor. Biz tersten ele alalım. Saygı sınırlarını zorlamanın yanı sıra yazarın kullanmış olduğu eril dil ve üslup için, Nejat Suphi Ağırnaslı’nın “istisnalar, kaideyi kurar” sözüne atıfla, şunu söyleyebiliriz: Kaide kurucu olmaması için, amasız-fakatsız mahkum edilmesi gerekir!

Hevi Devrim

[1]https://www.gazetepatika10.com/savas-partisi-ama-nasil-40825.html

[2]https://komungucu4.com/2019/07/08/devrimin-partisi-ama-nasil-hevi-devrim/

[3]https://www.gazetepatika10.com/hevinin-sol-anlayistan-peydahlanan-elestirileri-uzerine-41278.html

[4]“Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’ istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir.” (Walter Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine, 8. tezi)

[5]“Basit Okulda” Önemli Dersler ve Dostum-uz Hevi’ye Öz-eleştirim! – Bakış Can (https://www.gazetepatika10.com/basit-okulda-onemli-dersler-ve-dostum-uz-heviye-oz-elestirim-42431.html)

CEVAP VER

Please enter your comment!
Adınızı buraya yazınız