Önce “Türk Seddi” Sonra “Barış Koridoru” – Emir Arda

937

Rojava devrimi patlak verdiğinden bu yana, yani neredeyse 8 senedir; Kuzey Suriye meselesi, Türkiye rejimin, adeta başat gündemlerinden biri haline gelmiş durumda. Öyle ki Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH), devrimin henüz başında, kantonları ilan ederken, medyadan tutalım da birçok siyasi odak can havliyle bir saldırıya geçmişti. Dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu; “PKK herhangi bir köyü dahi işgal etse buna izin veremeyiz. Bu bir terör unsurudur.” derken; Kılıçdaroğlu’ndan “askeri harekât” önerileri geliyor, Bahçeli de “bu bir beka meselesidir” diye işgal çağrılarında bulunuyordu. Kobané’de yaşanacak bir DAİŞ işgalinden, ne koparabiliriz diye elini ovuşturanlar; diğer bir yandan da DAİŞ’e karşı ardı ardına alınan zaferlere, adeta öcü gibi korkarak bakıyorlardı.

İlk olarak; barış sürecinin fiilen sonlandırılmasının ve Nusaybin-Cizre-Sur gibi katliamların, hemen akabinde, sınıra örülmeye başlanan duvar, bunun en önemli göstergelerinden birisi. Öyle bir duvar ki bu; kilometrelerce uzunlukta inşa ediliyor, envai çeşit askeri teknoloji ile donatılıyor, milyonlarca dolar yatırılıyor ve rejim bununla kıvanç duyuyor: “Dünyanın en uzun üçüncü duvarını inşa ettik!”.

Ayrıca rejim ve yandaşları, bu duvara, Çin Seddi’nden bir benzetme ile “Türk Seddi” de diyorlar. Kim bilir belki bu duvardan kalan harabeler, yüzlerce yıl sonra koruma altına alınır! Ama asıl dikkat edilmesi gereken yer, bu değil, diye düşünüyoruz… Rejim ve yandaşları tarafından, o duvara atfedilen isim, duvarın aslında ne gibi bir korkunun sonucu olarak inşa edildiğini bizlere gösterir nitelikte…

Sormak gerekir: Rejimin temeline oturtulan ve devletli ideolojilerden biri olan Türkçülüğün, en bilindik söylemlerinden birisi; “Çinlilerin, Türklerden korktukları için bu duvarı inşa etmek zorunda kaldıkları” değil mi? Evet, öyle…

Birçok tarihçiye göre Çin Seddi, gerçekten de, kuzeyden gelen hem “Türk” hem de “Moğol” saldırılarına karşı, Çin’i savunmak için yapılmıştır. Çünkü o dönemde, Türklerin ve Moğolların yaptığı akınlar ve yağmalar, vur kaç cinsi saldırılar, Çin’e oldukça zarar veriyordu. Ayrıca bu uzun dönem boyunca Çin, parçalı yapısı ve kendi coğrafyasından diğer coğrafyalara doğru gerçekleşen toplu göçlerle de karşı karşıyaydı. Tüm bunları giderebilmek için ise o meşhur Çin Seddi, bir çözüm olarak inşa edilmişti… Çinlilerin, onlardan korktukları için yüzlerce kilometre duvar ördüğünü, böbürlene böbürlene anlatan Türk ırkçılığının, bugün başka bir şekilde, Türk Seddi’ni yaptık diye övünmesi, oldukça gülünç elbette…

İkinci olarak ise Menbic hamlesi, önemli bir dönüm noktası olarak ele alınabilir. Bu süreçte başlayan Fırat’ın batısı-doğusu tartışmaları; bakıldığında, bugün Türkiye siyasetindeki önemli manevraların temelidir desek, çok da yanlış olmaz. 15 Temmuz’un hemen ardında, ABD ve Rusya ile yapılan üstü örtük aldı-verdi anlaşmaları ile önce Menbic ile Afrin arasına, Türk Ordusu ve onun palazlandırdığı ÖSO çeteleri ile bir işgal kalkanı kuruldu. TSK, sözde bölgeden DAİŞ’i temizleyecek, terörden arındıracak ve kendi sınır güvenliğini sağlayacaktı.

Kantonların birleşeceğini, devrimin bütünlüklü bir temele oturacağını ve bunun Türkiye devleti için yaratacağı varlık-yokluk krizini gören egemenler, tam da bu süreçte fiilen harekete geçmiş oldular. Nitekim açılan devlet kurumlarından, Türk okullarına kadar birçok şeye baktığımızda, bunun o kadar iyi niyetli olmadığını, Cerablus’a 82, El’Bab’a ise 83 plakalarının fiilen verildiğini görebiliyoruz. Ki ertesinde gerçekleştirilen Efrin işgali de, yine benzer bir şekilde gelişti.

Bilindik bir yorumla, bu işgallerin, içeriyi konsolide etmek amacıyla yapıldığını söyleyebiliriz elbette. Ya da başka bir bilindik yorum yaparak, yukarıda bahsettiğimiz gibi rejimin, Rojava Devrimi gibi bir devrimin, yaratacağı beka tehdidinden korktuğunu söyleyebiliriz. Bu iki yorum da, yanlış değil. Başka birçok yorum da yapılabilir. Ancak bizim dikkat çekmek istediğimiz yer, AKP faşizminin genetik kodlarından biri olan fetihçi ideolojinin, fiiliyata dökülmesidir. Öyle ki İdlip örneğinde olduğu gibi, Rojava dışı yönelimleri de pek tabii mevcuttur. Türkiye rejimi, Derik’ten İdlib’e kadar olan, hattı fethetmek istemektedir.

Bu fetihçi-yayılmacı anlayış, bugün “Barış Koridoru” jelatini ile tekrardan servis edilmeye çalışılıyor. ABD ile yapılan görüşmelerden, henüz net bir sonuç çıkmış değil. Hulusi’nin açıklamaları ve MSB’nin ABD elçiliği ile yaptığı eş zamanlı açıklama ise filli bir saldırının ertelendiğini gösterir nitelikte. Yani sürekli erteleme esaslı, hareket ediliyor. ABD’nin, AKP’yi bu bölgede istemediği net. Hatta bölgenin ötesinde, genel anlamda haz etmediğini de, söyleyebiliriz. Ancak bu bölgede istemediği, tek AKP değil elbette. ABD, diğer bir yandan da, KÖH’ün bölgede var olmasından, haz etmemekte…

ABD’nin yönelimlerinden az çok çıkartılabilecek şey; burada, tıpkı Güney Kürdistan modelinde bir özerklik inşasını yapmaya çalışıyor olması, diyebiliriz. Bunun için ise bölgedeki müttefiki olarak tanımladığı SDG’yi, Türkiye rejiminden koruyup; KÖH’ün ise dolaylı-dolaysız olarak gelişen kapsama alanından çıkartmak istiyor…

Burada KÖH’ün hem içeriden hem de dışarıdan, esneyerek yapacağı manevralar oldukça önem arz etmekte. Ki zaten yapılan açıklamalarda, “sınır güvenliğini sağlamak üzere Deyr-Ez-Zor’daki askeri gücü çekme” kozu her defasında masaya konuluyor. ABD, Deyr-Ez-Zor’daki egemenliğini, Suriye rejimine kaptırmamak üzere, belli tavizler vermek zorunda…

İkinci önemli olan ise savaşın, ne gibi nesnel koşullar altında gerçekleşeceği konusu. Türkiye rejimi, net olarak; “hava sahasının açılması”, “ağır silahlara el konulması” ve “üslenme, tünel ve barınakların kullanılmayacak hale getirilmesi” gibi şartları da ABD’ye koşul koşmakta. İnsanın, “savaşa ne gerek var, direkt size teslim edelim” diyesi geliyor açıkçası…  Ancak şu ana kadar olan gelişmeler gösteriyor ki bu koşullar kabul edilmemekte. Hatta üzerine; “eğer hareket başlarsa, koruruz” ya da “ekonomik yaptırım uygularız” cinsinden tehditler yapılıyor.

Tüm bunlardan kaynaklı olarak ABD, belki AKP’ye masa altından “yürü aslanım” deyip; yine masa altından SDG ile anlaşmalar yapmaya çalışabilir… Bu sayede AKP’yi bir çukura iteklerken, SDG’yi de kendisine entegre edeceği koşulları, yaratmaya çalışıyor olabilir. Burada, Türkiye rejiminin ve faşizminin karakteristik özelliklerinden bağımsız olarak; “bu koşullarda savaşa giremez” demek yanlış olacaktır. Çok açık olarak görüleceği üzere, rejim, “rasyonalitesini” gün geçtikçe kaybetmektedir.  Bunalım konjonktürü, rejimin aklını da, psikolojik bir bunalıma sokmuş durumda. Ee, ne demişler? “Eceli gelen köpek, cami duvarına işermiş…”

Eğer hava sahasına rağmen bir operasyon başlatılırsa, “Rojava düzlüğü TSK’ye mezar olur” demek hiç de abes değil.  Öyle olursa; neredeyse eşit koşullarda, bir de kendi sahamızda oynadığımız bir maçta, tribünlerin de desteğini alarak; “o şanlı Türk ordusu” ile bir kedi fare oyunu oynarız. Rojava’da, böylesi yaşanacak bir yenilgi ile içeride yaşanacak kırılmanın, çok daha büyük devrimci olanakları yaratacağı da açıktır. Her savaş, kırılmalara gebedir. Ki tarihsel olarak, Rus-Japon Savaşı’ndan sonra gerçekleşen 1905 devrimi ya da Birinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra gerçekleşen Ekim Devrim’i gibi gelişmeler, burada örnek olarak verilebilir. Önemli olan, olanaklara ve fay hatlarına, nasıl bir devrimci müdahalede bulunulacağıdır…

Hava sahası açık olursa mı? Sanki Vietnam’da kapalıydı…

EMİR ARDA

CEVAP VER

Please enter your comment!
Adınızı buraya yazınız