Söyleyeceklerimiz, Yaşama Kattıkları Renklere Dairdir – Ekrem Demirci

1145

Burada bir yıl önce kaybettiğimiz sahici bir insan ve sahici bir devrimciyi anmak için toplanmış bulunuyoruz. Ceren Güneş Faşist Erdoğan yönetiminin cihatçı çetelerle birlikte Serakaniye’ye saldırısında toprağa düştü. Ceren yoldaşımız şahsında Türkiye ve Kürdistan’da devrim yolunda düşen tüm kadın ve erkek yoldaşlarımızın anıları önünde saygıyla eğiliyorum. Dört veya beş yıldır bu savaş sahasında mücadele yürüten komünar yoldaşlar ve uzun süredir omuz omuza savaştığımız Fransız, Danimarkalı, İspanyol, Katalan, İngiliz, İtalyan, Meksikalı, Belaruslu enternasyonalist yoldaşlar sizleri selamlıyorum.

Beş yıl önce, devrim ve sosyalizm kavgamızı yükseltmek için buraya birlikte geldiğimiz 17 yoldaşımız şu an aramızda değil, toprak altındalar, burada arkamdaki duvarda resimlerini gördüğünüz ölümsüz yoldaşlarımız üzerine konuşacağız. Aynı zamanda tam sayısını bilmediğim 60 tan fazla diğer devrimci örgütlerden şehit düşen yoldaşlarımız üzerine konuşacağız. Türkiye devrimci örgütlerinin yanında dünyanın dört kıtasından Kıta Amerikası’ndan ABD’li Kanada’lı, Brezilya’lı, Avrupa Kıtasından Polonya’lı İsveç, Norveç, Danimarka ve diğer kuzey ülkelerinden Almanya, İngiltere, Fransa, İsviçre ve diğer merkez Avrupa’dan, İtalya, Yunanistan, İspanya, Katalan, Bask, Portekiz gibi Güney Avrupa ülkelerinden Azarbeycan, Gürcistan gibi Kafkas ülkelerinden Çin, Kore, Vietnam gibi Güney Asya’dan ve hatırlamadığım başka ülkeleden yüzlerce enternasyonalist devrimci de bu topraklarda özgürlük ve enternasyonalizm için can verdi, burada onları da anacağız. Daha büyük ve önemli olan, buranın sahipleri olan halklar, 12 binden fazla evladını bu toprakları savunmak için şehit verdi.  20 binden fazla da yaralı vardır. Yaralı dediklerimiz yanlış anlaşılmasın çoğu kolu, bacağı, gözü olmayan ağır yaralılardır. Sayıyla kolayca söylediğimiz 12 bin şehit sayısı üzerinde düşünmek zorundayız. Bu küçük toprak parçası üzerinde tek bir hane yoktur ki, bir veya daha fazla kayıp veya yaralısı olmasın. Resmi TC tarihi yedi düvele karşı kurtuluş savaşı vermekle öğünür. Yedi düvele karşı verilen bu savaşta toplam ölüm sayısı resmi genelkurmay harp tarihi kayıtlarında 9 bin 167 kişidir.

Burada tüm kayıplarımızı anmak, onlar üzerine ve aynı zamanda burada bulunuşumuzun anlamı üzerine konuşacağız.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da devrimciler arasında çok tartışma var. Kendi aramızda devrimciler olarak kayıplarımızın isimlendirmesi üzerinde bile tam olarak anlaşamıyoruz. Bazılarımız şehit diyor, bazılarımız ölümsüz olarak çağırıyor, başka sözcükler de kullanılıyor. Kayıplarımız üzerine konuşurken biz asıl olarak kitlelere konuşuyoruz, kitlelere konuşurken binlerce yılda yerleşmiş dilin sözcükleriyle oynanamaz. Yeni bir sözcük yaratmak kolay bir şey değil, binlerce yıl gerekir ve biz kendi kendimize bir sözcük uydursak bile ancak kendi kendimize konuşmuş oluruz. Bir dönem yoğun olarak dilin sınıfsallığı üzerine tartışmalar yapılıyordu ama bir sonuca varılamadı.

Şehit kavramı üzerinde çok yoğun tartışmalar var. Şehit sözünü kullanan devrimciler tabi ki dinci faşist fanatikler gibi anlamlar yüklemiyorlar. Ayrıca on binlerce Kürt ve Türk anne çocukları için şehit diyorsa kimsenin bir şey söyleme hakkı olamaz. Gene devrim yolunda düşen yoldaşlarını şehit olarak adlandıran devrimci örgütlere de bir eleştirimiz olamaz. Bu konuda şehit diyenlere saygı gösteriyoruz, ölümsüzlük terimini kullananlara da saygı gösteriyoruz. Biz kendimizi bu tartışmaların dışında tutuyoruz. Ben çekincesiz kayıplarımız diyorum.

Biz kayıplarımız üzerine konuşurken kendi kendimize konuşmuyoruz, bu yolda düşenleri kendi kendimize anlatmıyoruz. Uzun bir dönem hep böyle yaptık. Devrim yolunda düşenleri kendimize anlattık ve onların yaşam ve mücadelelerini devrimci ortamda rekabet haline getirdik, onlar üzerinden örgütlerimizin propagandasını öne çıkardık. Daha öteye, onları o halde sahiplendik ki, başka kimse sahiplenemez hale getirdik, mülkleştirdik ve kendimizin propagandasına dönüştürdük.

Kayıplarımız üzerinde yazılanlar ve anmalar, onlardan çok örgütlerin propagandasına dönüşmüştür. Bunda bir yere kadar sorun yok, asıl yanlış olan, şehitlerin güncel örgütsel ve siyasal yetersizliklerin örtüsü yapılmasıdır. Sürekli savaştan bahsedip, en zorunlu görevleri bile niçin yapamadığımızı sorgulamadan, şehitler üzerinden savaş yeminleri ederek ve “şehitlerin yolundayız” sloganlarıyla savaş yürüyor yanılgısının sürdürülmesidir. En öldürücü olanı da şehitlerin örgüt fetişizminin aracına dönüştürülmesidir. Artık bu bilinci kazanalım. Kayıplarımız berrak bir kavganın içinde düştüler ve bize gösterdikleri yol; şehit olun değil, uğruna yaşamımızı feda ettiğimiz değerleri yüksekte tutun ve bizim eksik bıraktıklarımızı tamamlayın, sınıfımızın savaşını daha ileri taşıyın, devrimi yükseltindir.

Biz neleri tartışıyoruz, neleri konuşuyoruz, Türkiye ve Kürdistan gerçekleri nerede? Nasıl bu kadar yetersiz, etkisiz kalırken nasıl hiç yaşanmadık bir boyutta kendimize sevdalanır hale geldik. Bu bir çarpılmadır yoldaşlar. Yoldaşlar derken, yalnız bu mekânda bulunanlara değil yüreği özgürlük ve sosyalizm için çarpan tüm devrimcilere seslenmek istiyorum. “Ben ben ben” diyerek şişinmek ve böbürlenmek nasıl bir kişilik yoksunluğu ve küçüklükse; örgütler olarak “biz biz biz hep biz en devrimci biz, en şehit biz, en önde biz”, iki defa daha ağır bir çarpılmadır. Artık ben ve biz goygoyculuğundan kurtulalım, görevlerimize kilitlenelim ve “ben” ve “biz” hakkında bırakalım başkaları konuşsun.

Bu kadar yıl sonra kayıplarımız üzerinden söylenen ve yapılanlara tekrar bakalım. Her örgüt kayıplarını farkında veya değil kendi ideolojik, örgütsel ve politik çizgisinin doğrulanmasının ölçütü olarak sunuyor. Sormadığımız soru şu: Nasıl bu kadar pervasızca ölümün üstüne yürüyoruz ama niçin bütün bu kendimizi özgürlükler uğruna gözü kapalı feda edişimiz bu topluma bu toplumun en alttakilerine hiç dokunmuyor? İşçi sınıfı ve devrim sloganlarıyla, sayıları binlerle ifade edilen bir ordu, toprak altında yatıyor. Ama sokaklara çıktığımızda on işçi arkamızdan gelmiyor, bu yaman çelişki üzerine düşünmeliyiz.

TDH, savaşçı ve direngen bir damara sahiptir ve yıllara yayılan pratiği bunun ispatıdır. Bu çok önemli ve zaruri bir gerekliliktir ama kavgacılık, politik ve ideolojik hedeflerle birleştirilemezse bize, kendimize ait kahramanlık hikâyelerine dönüşür, özelleşir topluma dokunmaz giderek amaçsız, hırçın ve itici bir nizacılık olarak anlaşılır.

TDH, uzun bir dönemdir devrim mücadelesinin devrimci şiddet olmadan başarılamayacağını yazıyor, söylüyor ve bu konuda değişik örgütlerle düşman karşısına çıkıp devrimci mücadelede silah dâhil şiddet metotları kullanıyor. Doğru yanlış, yeterli yetersiz savunduğu amaçlar için her türlü fedakârlığı göze alarak ateşe atılmaktan, silaha sarılmaktan geri durmadı. Yıllar boyu giderek şiddetlenen faşist baskı, terör, işkence, kaybetme, yok etme yöntemlerine kararlılıkla direndi. Yaşadığı örgütsel tasfiyelere, devlet terörüne karşı yılmadan tekrar tekrar örgütlenerek savaşa devam etti. Her ezildiğinde, her kırıldığında, zayıf da olsa yeniden ayağa kalkmayı başardı. Bu ileri bir direngenliktir ama artık bunlarla yetinemeyiz.

Ben çok erken yıllarda, devrimciliğe daha yeni başladığım yıllarda,  birlikte mücadeleye başladığımız yoldaşlarımın cenaze törenlerine katılmak durumunda kaldım. Orta mektepte birlikte okuduğum, aynı sırada oturduğum şimdilerde adı unutulmuş, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisi ve Kaypakkaya’nın arkadaşı Hüseyin Aslantaş, TDH’nin faşistler tarafından katledilen ilk devrimcilerindendir. Hüseyin Aslantaş’ın siyah çarşaflı annesinin oğlunun tabutuna sarılı acılı görüntüsü uzun yıllar devrimci katillerinin teşhiri için afiş olarak kullanıldı. Hemen birkaç ay sonra 5 Mart 1971 sabaha karşı ODTÜ yurtları kuşatıldı. Ankara’daki jandarma alayı ve toplum polisine ek olarak Nevşehir Komando Taburu’ndan binlerce polis ve asker eşliğinde saldırıya geçtiler. 7 nolu yurt binasının tepesinde, birlikte nöbet tuttuğumuz memleketlim ve arkadaşım Şener Erdal helikopterden hedef alınarak öldürüldü. Bu baskında yüze yakın devrimci kurşunlarla yaralandı. Bu iki kayıp benim katıldığım ilk cenaze törenleriydi.

Sonrasında peş peşe faşist katillerin cinayetleri devam etti ve arkasından 12 Mart Askeri Cuntası’nın sürek avları dönemini yaşadık. Nurhaklardan gelen ölüm haberlerini, Kızıldere Katliamı, ardından 6 Mayıs Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamı, daha sonra Diyarbakır zindanında İbrahim Kaypakkaya’nın işkenceyle katledilmesi takip etti. Bu aradaki dönemde aynı zamanda sokak aralarında, cezaevlerinde ve karanlık işkence odalarında onlarca devrimci katledildi. 1974 yılında devrimci mücadelenin yükselmesine katlanmış olarak faşist cinayetler eşlik etti. Bu tarihten sonra hemen her gün bir devrimcinin ölüm haberleri ve sık sık yoldaşlarımızı törenlerle uğurladık ve ben sayısını hatırlamadığım kadar çok yoldaşımın cenazesinde konuşma yapmak durumunda kaldım. 

Konuşmamın başında anlattım; 1970’lere doğru yükselen halk muhalefetine burjuvazi devrimcilere karşı sürek avları düzenleyerek cevap verdi. Ölmeyi ve öldürmeyi biz seçmedik, bu bize dayatıldı. Her gün pusularda kuşunlara hedef ola ola, ya teslim olmak ya direnmek tercihiyle karşı karşıya kaldık. Silahlara ve ölümlere hayran olduğumuz için bu kavgaya girmedik, var olmak, hayatta kalmak, zalim önünde eğilmemek için onlara anlayacakları dilden karşılık vermek zorunda kaldık.

Ayrıca bu savaşlar bizimle başlamadı, yeryüzünde zorbalık doğduğu anda ona karşı direniş de doğmuştur ve biz zulme ilk taşı atan adsız direnişçinin izinden gidenleriz. Gene devrimcilerin öğretmeni Frederic Engels silahlı çatışmalar için “önden siz buyurun, bay burjuvazi” demiştir ve tüm iktidarlar kanlıdır, kan dökerek ve kan dökme hakkını anayasalarına yerleştirerek ellerinde bulundururlar. Bütün demokratik geçinen burjuva devletlerinin hepsinin en demokratik anayasaları, şiddet tekelini yasalaştırır ve bu dev silahlı güçlerle iktidarlarını korumak için kan dökmek ve katliamlar yapmak haklarını saklı tutarlar.

Burada bulunuşumuz üzerine çokça konuşacağız, konuşmak zorundayız zira ülkemizde burada yürüyen kıran kırana savaş üzerine çok büyük bir kafa karışıklığı var. Ben yalnızca Türk faşist egemenlerinin yürüttükleri psikolojik savaşın geniş kesimler üzerindeki etkilerinden bahsetmiyorum, daha çok kendisini devrimci ve sosyalist olarak kabul edenler üzerindeki çarpıklıklardan bahsediyorum.

Bu devrimciler ve kayıplarımız buraya ölmek için gelmediler; yaşamı savunmak ve geleceği kurmayı bir devrim deneyi içinde öğrenmek için geldiler. TDH’nin geniş bir kesimi bu devrime dudak büküyor ve buradaki toplumsal değişimin devrim olarak adlandırılmasına katılmıyorlar. Bu arkadaşlarımız sanki onlarca devrim görmüş, yaşamış ve buradaki toplumsal değişim onlara uymuyor diyorlar. Oysa Rojava sadece, kafalarındaki şablona uymuyor diye devrim değil diyorlar. Bu arkadaşlarımız, devrimleri kendi programlarında yazılanların kerrat cetveli kesinliğinde hayata geçmesi olarak anlayan ütopiklerdir.

Rojava, sadece Rojava denilen toprak parçasından ibaret değildir. Rojava’yı doğru anlayamazsak dar bakıştan ve dogmatizmden kurtulamayız ve politik görevlerimize bütünlüklü bakamayız. Bölgemiz, bütün dünya emperyalist ve bölge gerici faşist güçlerinin devrede olduğu bir çatışmanın alanıdır. Merkezi üssü Suriye olan bu savaş değişik biçimlerde ve tüm bölgede süren hegomanya savaşıdır. Elbette Rojava’da öne çıkan ve görünen kadınıyla erkeğiyle değişik halkların büyük bir özgürlük mücadelesi yürüttüğü bir savaş alanıdır. Burada, bu özgürlük kavgasını içinde bulunduğumuz tüm bölge halklarının özgürleşmesi kavgası, bölgede devrim ve sosyalizm kavgası olarak anladığımız için içinde yer alıyoruz. Ancak Rojava yalnızca bir savaş alanı, bizde savaş meraklısı silahşörler değiliz, Rojava’da aynı zamanda ve daha önemli olarak, şimdiye kadarkilerden çok farklı, kendine özgü bir devrim deneyimi, bir devrim okulundan geçiyoruz. Biz bu savaşlarda ağır sorunlar yaşadık ağır hatalar yaptık ama çok öğrendik, büyük öğrendik, büyük deney biriktirdik, Türkiye sathına taşımak için. Bugün burada anmak için toplandığımız Ceren yoldaşımızın en büyük ideali burada kazandığımız deneyleri Türkiye topraklarına taşımaktı.

Ceren yoldaşımızı nasıl, hangi sözlerle anlatabiliriz? Bazı olayları ve kişileri anlatmakta sözler aciz kalır. Dünyanın bir köşesinde, yeniden doğuş için ölüp gidenlerin, sıradan kimlik bilgileri olmaz. Kim oldukları, ne oldukları önemli değildir. Günümüz cehennemine yaşamlarıyla son noktayı koyanların, herkes bilsin ki söyledikleri ve haklarında söylenecek her şey yerli yerindedir. Onlar için sözler geride kaldı, söyleyeceklerimiz yaşama kattıkları renklere dairdir. Bırakalım haddini aşan sözleri, bırakalım küçük dünyaları, bırakalım köhnemiş alışkanlıkları; çürümüş dünyaya, sömürüye ve zulme isyan var burada!

Devrimcilik; farklı olmak, yaşadığımız coğrafyaya, bulunduğumuz ortamlara, soluduğumuz kültüre ve en önemlisi toplumsal ilişkilere bizden bir şeyler ekmek, bir şeyler katmak değilse, nedir? Gök kuşağını kıskandıracak kadar renkli, coşkusunu dizginlemeyecek kadar da cesur ve sürekli yeni arayışlar peşinde, yorulmadan koşan Türkiye’de adı Özge, komünar olarak Ceren ismini alan bu genç devrimci kadın, rengarenk iç dünyasında bir yalnız değildi. Küçük bedenine koskocaman dünyanın tüm dertlerini yüklenerek, bilincini en yüksek ütopyalarla keskinleştirerek, yalnız kapitalizme değil, kendi içimize, yerleşik devrimci dünyalarımıza, hodri meydan diyerek savaş açan bir kadının, bir devrimcinin ardından konuşuyoruz.

Kolay hayatlardan gelmiyoruz, uzun zor koşullar, kimliğimizde ve kişiliğimizde belirli katılaşmış etkiler bıraktı. Ceren, zoraki üzerimize yapışmış bu çarpık etkilere, içimizdeki geriliklere karşı savaş açan ve sonuna kadar giden, savaşını her düzeye yayarak tavizsiz direnen ve yıkan bir devrimcidir. Partimizde boy veren lümpen ve kirli solculuğa sonuna kadar tavizsiz ilk başkaldırandır.

Yılların devrimci ortamlarda oluşturduğu, kolay silinmeyecek kuru ve katılaşmış alışkanlıkları bu genç kadın, gülüşüyle ezip geçmeyi başarmıştır. Her bir olaya, olguya “ne” sorusuyla değil, “ne değildir” sorusuyla yaklaşan, “devrimcilik nedir”den çok, zor zamanların hepimize unutturduğu ve sormamız elzem olan, “devrimcilik ne değildir” sorusunu soran, aykırı bir direniş çiçeğidir. Dünyayı, yaşamı, örgütlülüğü, mücadeleyi alışılmış kalıplarla değil, olması gereken düzeye yükseltmek için çırpınıp duran ve duruşuyla çevresindekileri bu yeni devrimciliğe çağırandır. Fotoğraflarına dikkatli bakın bu söylediklerimi gülüşünde ve gözbebeklerinde göreceksiniz. Gözler yalan söylemez, o gülen gözlerle biz yaşayanlara, gelecek ve özgürlük umudu saçıyor, dolu dolu unuttuğumuz duyarlılıkları, kaybettiğimiz güzellikleri hatırlatıyor.

Yaşamda çoklarımızın göremediği incelikleri ve küçük güzellikleri gören, hisseden ve yaşayan bu devrimci kadın, düzenin sunduğu parlak geleceği tekmeleyerek eline silah alıp kalleşliğin ve katiller sürüsünün üzerine yürümüştür. Doktorluk mesleğini yaparken, yoldaşlarıyla birlikte Suruç, Ankara, Antep ve diğer katliamları yapan selefi çetelerin inine patlayıcı yerleştirmiştir. Kanunsuz hudutları aşıp, devrim rüzgârına katılan bir direniş meşalesidir.  Rojava değil çok uzaklarda önünde denizler, dağlar, geçit vermez vadiler olsaydı, o gene kendisini rüzgârlara savurup devrim alanına uçardı. Yunanlı bir gazeteye verdiği demeçte “Rojava’da yaşananlar, Yunanistan’da veya başka bir coğrafyada yaşansaydı biz yine gücümüz oranında orada olurduk.” demiştir.  

Yaşamı yeniden yaratmak isteyenlere alan çok; dünya ezilenlerle, işçi sınıfı ve emekçilerle, kadın ve ezilen cinsel kimliklerle dolu, kapitalizm cehenneminde her yer devrim, her taraf savaş mevzimizdir diyor, köhnemiş yaşamlara yeni can suyu taşıyordu. Ceren, sözle yetinmeyip harekete geçendir, günümüzde hareket namertliğin üstüne yürümek değilse nedir ki? Varacağı hedefi ve zamanı belirleyerek, yolunu kendi çizerek harekete geçti, bulunduğumuz koşullarda, devrimcilik işte başka nasıl yapılabilir ki? Acılarla yüklü, yanı başımızdaki bir coğrafyanın, kanla yoğrulmuş ezilen toplulukların yaralarını sarmak için. Hekimlik mesleğini bırakmadı, hekimliği tek tek bireyleri iyileştirmekten çıkarıp ezilen halkların ağır yaralarına merhem olmaya koştu.

Ceren, yalnızca düzende kazandığı kariyeri ve yaşamı reddetmedi, aynı zamanda, geçerli “devrimcilik” açısından kabul gören, makul bir özne olmayı da reddetti. Günümüzde devrimci tutum başka nasıl olabilirdi ki!? Rojava ve Medya Savunma Alanları’ndaki dört yıllık yaşamı ve yaptıklarıyla, ne bu mücadeleye dudak bükenlere, ne de biz yoldaşlarına söyleyecek söz bırakmadı. O, günümüzde hâkim olan, yetersiz devrimcilik mantığının dışına çıktı, ne eleştirici solculuğa, ne övgücülere iş bıraktı; tarihin ve kendisinin hüküm kararını, kendisi kesti. Kapitalizm kentleri, kırları bütün ülkemizi ve komşu ülkeleri ateş topuna çevirmişti. Bugünlerde kendisini ateşten ve tehlikeden sakınanlara inat, liberal hülyalara savrulan, Türkiye devrimciliğine yeni bir soluk aldırmak için savaş cephesine giriş yaptı.

Ceren, devrimciliğin kuvvetten düştüğü ve çokça devrimciyim diyenlerin kendini korumayı başa aldığı zamanımızda, birçoklarının gıpta ettiği mesleğini geride bırakarak, kendisini bütün varlığıyla inandığı davaya adadı. Kapitalist sistemle, tüm bağlarını keserek, yalnız Anadolu’da değil tüm bölgemizde devrimciliğin kökünü kazımak için saldırıya geçen faşizme karşı, elde silah mücadeleye, mücadelenin en kızgın alanlarına geldi ve bu alanda da en ön saflarda yerini aldı. Kendini korumayı başa almış, zamanımız devrimciliği açısından, akıldan, sağduyudan, yararcılıktan uzak ve kişisel korunma kaygısına metelik vermeyen bu tavır, yeni bir devrimciliğin mihenk taşıdır.

Davası için kendi biyolojik varlığını cehennem ateşine atarak, dört yıl boyunca tüm savaş mevzilerinde önce bir savaşçı, kısa zaman sonra korkusuz bir devrimci kadın komutan düzeyine sıçradı. Her cephede, en önde ölümün üzerine yürüdü. Bunları anlatırken ölüme methiye dizmiyorum, insan denilen cinsin birbirini öldürmesini, yok etmesini ortadan kaldırmak için mücadele ediyoruz. Bu bilinçle bir devrimcinin ölümü üzerine konuşuyorum. İnsanların birbirinin kurdu haline getirildiği, küçük çıkarları için koca bir şehri yakmakta tereddüt etmediği bir toplumsal çürüme döneminde,  ölümü hiçleştirmek, önünde eğilmemiz gereken yeni insanın sade ama yüksek bir örneğidir.

Ceren ile kalabalık bir topluluğa konuşurken tanıştım, o toplantıyı yönetiyordu, ben konuşmacıydım. Kuşağımın alışkanlıklarıyla “adam” ve benzeri sözcükler kullandığımda iki defa sözümü keserek topluluk önünde beni uyardı. Bunu, onun kadın özgürlük mücadelesine ve değerlerine karşı yüksek duyarlılığının göstergesi olarak anlatıyorum. Bu duyarlılık yapmacık değildi ve yükselerek devam etti. İçimizde yaşayan erkek egemen davranışlarla sonuna kadar savaştı. Yalnız bu kadar değil, durdurak bilmeden yoğun bir emek harcayarak büyük bir araştırma faaliyetine girişti, bir kadın dosyası hazırlıyordu. Konuyla ilgili notları, bize vasiyettir, yarım kalan çalışmalarını tamamlayacağız.

Yukarda bahsettiğim Yunan gazetesindekideki röpötajında söyledikleri onun yaşam ilkelerinin özetidir. “Türkiye devleti, sömürgeci bir devlettir, sömürgecilik dönüştürülemez veya amiyane tabirle “demokratikleştirilemez”; sömürgecilik ancak kırılarak yok edilebilir. Kürt halkı üzerindeki savaş bir sömürge savaşıdır, aynı zamanda tüm Türkiye halklarına ve emekçilerine karşı bir savaştır. DKP/Birlik, faşizme ve sömürgeciliğe karşı sürdürdüğü mücadelenin doğal bir gereği olarak Rojava’da bugün sürmekte olan savaşta saf tutmaktadır. DKP/Birlik, aynı zamanda enternasyonalist bir partidir, dünya halklarının kardeşliğine inanır. Rojava’da yaşananlar, Yunanistan’da veya başka bir coğrafyada yaşansaydı biz yine gücümüz oranında orada olurduk.”

Ceren bir değerdir, Türkiye Devrimci Hareketinin içinde yetişmiş bir değerdir, ama daha önemlisi, Türkiye Kadın özgürleşmesinin meşalesidir. Devrimciliğe yeni başladığım 1960 sonlarında Che Guevera yeni katledilmişti ve biz “Bizim de dağlarımız var Che Guevera” sloganını dillerimizden düşürmezdik. Ceren bu slogana hayat vermiştir. Che Arjantin’li, Bolivya’lı, Kongo’lu, Küba’lıydı. Ceren Suriye’li, Kürdistan’lı, Türkiye’liydi ve Che gibi doktordu. Che’nin izinden devrimci bilincini kuşanarak ve silahını omuzlayarak halkların direniş mevzilerine koştu.

Gözlerindeki hiç sönmeyen parıltılar, 27 yıllık yaşamında aradıklarını ve anlamını bulduğunu gösteriyor. Metropollerin ışıltılı mekanlarını reddedip, yanmış, yıkılmış Rojava’nın sokaklarını ve Kürdistan dağlarının mağaralarını/şikeftlerini kendisine yurt edindi. Kadın savaşçı, kadın militan, kadın örgütçü, kadın komutan olarak sivrildin. Parti işçiliği ile parti önderliğini kendinde buluşturdun, öncüleştin. Bütün bunları kısacık bir yaşama sığdırdın. Seni, şair Can Yücel’in bir dizesiyle anıyorum. “Aşk olsun sana kadın! Aşk olsun!” 

Konuşmayı, kayıp yoldaşlarımızın bizden beklentilerini net olarak vurgulayan dünyadan bir örnekle, ABD’de 19 Kasım 1915’te kurşunlanarak idam edilen, işçi önderi Joe Hill’in son sözleriyle bitiriyorum.  Joe Hill kurşuna dizilmeden hemen önce, Dünya Endüstri İşçileri Birliği Başkanı Bill Haywood’a, yolladığı son mesajında şunları söylüyor: “Hoşça kal Bill. Bir isyancı olarak ölüyorum. Yas tutarak zaman kaybetmeyin. Örgütlenin.”                                                                      

Ekrem Demirci  

CEVAP VER

Please enter your comment!
Adınızı buraya yazınız