“Tarihi Hızlandırmanın Çiçeği” – Emir Arda

736
İyisin sevgilim, aceleci ve sabırlı. 
Belki de barışa bir savaşla varılır. 
Çünkü işleten sevgiyi, 
Öfkenin kurucu meclisidir. 
Tarihi hızlandırmanın çiçeği...” 
Ergin Günçe

Boğaziçi Direnişi, Yeni Anayasa tartışmaları ve Garé Zaferi’nin, esas başlıklar olarak öne çıktığı, yeni bir siyasal sürecin içerisindeyiz. Elbette bu esas başlıkların çevresinde gelişen başka birçok gündem de söz konusu. Ancak bu üç başlık, Türkiye’nin geleceğini tayin edebilecek önemli ayrıntıları bizlere veriyor. Kısa vadede, devrimci özne eksikliğinin bir sonucu olarak herhangi bir gelişme kat edilmesi zor olsa da, orta ve uzun vadede ne yapılması gerektiğine dair, bu üç başlıkta kategorik olarak ortaya çıkan “somut gerçekliği” tartışmamız, bunun üzere “somut değerlendirmeler ve önermeler” yapmamız ve bu somutluğun hükmünü reddeden bir “gündüz düşü” anlatmamız gerekiyor…

Bu üç başlığı, ardı sıra, hızlı giriş ve çıkışlar ile değerlendirerek ilerlemekte, fayda var.

Birincisi: Boğaziçi Direnişi, bir anda geldi, geldiği gibi çok şey getirdi ve sönümlenme eğilimine girdi. Bir kuşağın özlemlerinin, “rezil bir geleceğin kölesi olmama” isteminin yükseltildiği bir düzleme dönüştü. Bir eylem ve eylem alanı iç içeliğinde, direniş ve özerklik ilişkisini, doğrudan eylem ve katılım ile öfkenin kurucu gücüne yaslanarak tesis edebildi. Haziran 2013’den sonra gelişen süreçte şekil alan ve gittikçe genişleyen toplumsal hareket, direnişin içerisinde temsil oldu. Derinleşen toplumsal ve ekonomik krizin etkisiyle, bu temsil alanı alabildiğince genişlemiş durumda şu an. Öğrencilerin yazdığı mektup, burada bir göstergedir. Ancak bu hareket, devrimci bir özne ve örgütlülük dinamiği ile buluşamadığı için bir sönümlenme eğilimine girdi. Çok daha karmaşık bir sürecin gelişmesi halen güçlü bir olasılık olarak dursa da, ani bir sıçrayış için basamak olamadı. Olayın sıcaklığı ile yaptığımız abartılı okuma olumsuzlandı. “Sorbonne’a” açılan kapı kapandı; bir olasılık olarak ‘71’i arayan “gündüz düşlerimiz”, tarihi hızlandırma arzularımız, suya düştü. Şimdi bu sudan çıkıp, silkelenip, şöyle bir olup bitene bakıp, açılan dehlizlerde, Türkiye’nin batısında faşist rejime karşı gelişecek bir direniş cephesini yaratabilecek olan potansiyeli ve bu potansiyelin gelişim dinamiklerini okumamız gerekiyor.

İkincisi: Boğaziçi gündeminin hemen akabinde, Erdoğan tarafından bir “Yeni Anayasa” çağrısı yapıldı. Tam bu çağrı üzerine, “olur/olmaz”, “bu bir hile”, “gündemimiz bu olmasın” vb. tartışmaları yapılırken, AKP içinden bunun bir “yeniden kuruluş” anayasası olacağı söylendi. 2007’den bu yana ince ince işlenen, 2015’den sonra ezilenlerin kanı ile beslenerek, her alanda ve yerelde, içeride ve dışarıda palazlanan faşizm, kazandığı bütün mevzileri kurumsallaştırmak istiyor. Bunu yaparken de, küresel sermaye ile bugünkü anlaşmazlıklarını giderebilmek ve bozulma eğilimine giren suni dengeyi onarabilmek adına, “demokrasi ve hukuk” söylemlerini ortaya atıyor. Uzunca bir süredir dillendirilen “2023 masalının” hedefi, bu anayasanın yürürlülüğe sokulmasıdır. Olur ya da olmaz, rejim bunu başarabilir ya da başaramaz, bu, tartışmanın tali olduğu kısımdır. Bizler bu “yeni anayasa” söylemine karşı, doğrudan bir direniş ve savaş çizgisinde, toplumsallığın ve sınıfın gündemlerini esas alan, her türlü ajitasyon-propaganda çalışmasını uygulamaya almalıyız…

Üçüncüsü: Tam bu iki gündemin içerisindeydik ki, iktidar Garé operasyonu ile hem “ceberrut devlet mitini” tekrardan yürürlüğe sokmaya, hem de “çöktürme planının” sürdürülmesine yönelik bir hamle yaptı. Muhtemelen hiç böyle sonuçlanmasını beklemiyordu. 2016’dan bu yana sürekli derinleşerek büyüyen, bizim tarafta moral bozan, karşı tarafa ise öz güven ve kurucu bir nitelik sağlayan bir yenilgi eğilimi söz konusuydu. Bu eğilim, uzun süreli gerilla savaşı yürüten her hareketin karşı karşıya kalabileceği bir durum. Filistin’den Kolombiya’ya, Çin ve Hindistan’dan Avrupa’ya, oradan Sri Lanka’ya kadar bir çok örnek verilebilir… Ancak KÖH gerillası, “Cenga Haftanin” hamlesi ve “Garé Zaferi” ile bu eğilimi, devrimci irade dolayımıyla, tarihin bütün nesnel yasalarını bozuma uğratarak, tersine çevirdi. Garé bir ön gösterimdir. Bitirildi denilen “terörün”, “30-40 kadar gerillanın iradesi ve el yapımı birkaç hava aracı” ile “koca TSK’ya” diz çöktürmesi, kaçarken topuk vurdurmasıdır. Söylemek gerekir ki, Erdoğan, Bahçeli, Soylu, Akar; bir bütün faşist rejim, Türkiye ve Kürdistan’ın, İspanya ya da Sri Lanka olmadığını, acı bir şekilde deneyimleyerek anlayacaklar. Bu ancak devrimci öznenin, kırda direnen gerillanın iradesini kent merkezlerine taşıyabilmesi ile tam olarak gerçekleşebilir.

Bu üç başlığın içerisindeki dinamikler hem birbirlerini koşullandırıyor, hem de birbirleri ile çarpışıyor. Bu çarpışma birçok olasılığı ve bu olasılıklara dair olanakları, çarpışma düzleminin üzerinde konumlanan öznelere sunuyor.

Şöyle ki, faşizmin kurumsallaşabilmesi, içerideki “terörün” ve rejim karşıtı toplumsal hareketin bastırılmasına koşulludur. Faşizm bunun idrakinde ve son beş senelik bütün hamlelerini buna uygun olarak kurguluyor ve uyguluyor. Soylu’nun Boğaziçi ile “terör” arasında “iltisak aramasının” sebeplerinden birisi, bu olarak okunabilir. Ancak gerek Garé Zaferi’nde temsil olan iradi direniş çizgisi, gerek Boğaziçi’nde ve bilumum ufak çaplı direnişlerde ortaya çıkan hareketlilik, bunun o kadar kolay olmayacağının bir göstergesi. İçinde bulunduğumuz zaman aralığı ciddi kırılmalara gebe. Rejim bu kırılma olasılığına karşın, her yolu mübah bilip, bu zorluğu, tıpkı “7 Haziran” sonrasındaki gibi bir süreci, belki çok daha şiddetli bir biçimde uygulayarak aşmaya çalışabilir.

Hali hazırda, kendisini ideolojik-siyasal-kültürel olarak rejimin karşısında tanımlayanların her türlü baskıyla ve yasaklamayla karşı karşıya kaldığı; rejim ile özdeşleşenlerin ise istediğini yapabildiği, bir iç savaş düzlemi var. Bundan kaynaklı, Boğaziçi direnişinde açığa çıkan potansiyelin içindeki kimseler, her gün diş gıcırdatıyor, öfkeleniyor belki de yerlerinde duramıyorlar. Bu öfke kurucu bir güçtür. Bu öfkenin sokakğa taşabilmesinin koşulu suni dengenin bozulması, korku duvarının yıkılmasıdır. Suni dengeyi sarsacak, onun bozulma eğilimini derinleştirecek, taktiksel olarak gerekirse öz-savunma temelinde, gerekirse barikat savaşlarıyla, gerekirse şehir gerillacılığıyla, “öfkenin kurucu meclisini” işler kılacak bir “tarihi hızlandırma çiçeğine”; devrimci özneye ihtiyacımız var.

Bu özneyi, pratikte bir gerçeklik olarak var etmek için stratejik olarak, verili iç-savaşı, dikine ve enine keserek devrimcileştirecek ve derinleştirecek ve bu derinliğin içerisinde, devrimin olanaklarını, kesintisiz bir biçimde yoklayacak bir hazırlık yapmalıyız. Bu hazırlığa dair günün görevlerini şu iki maddede özetleyebiliriz:

  1. Olduğumuz ve değdiğimiz bütün alanlarda, kadrolaşmalı, komiteleşmeli, teorik-siyasal-örgütsel-pratik her anlamda eğitim-öğrenim çalışmalarını derinleştirmeliyiz. Elimizdeki gücü aşama aşama geliştirerek, sabır ve sükunetle ama biraz da acele ederek, bugünün ihtiyaçlarını karşılayacak teknik ve taktik bir hazırlık yapmalıyız. Tarih, bu coğrafyada, devrimci bir savaş örgütünü bekliyor. Bunun idrakinde olarak, bu savaş örgütünün kadro örgütlenmesini olduğunca geliştirmeliyiz.
  1. Hem bu kadro örgütlenmesinin öncülüğünde hem de onu güçlendiren bir temel olarak, tüm yerellerde ve alanlarda, aşağıdan yukarıya doğru, kitlelerin öz-gücüne dayanarak, yaşarken ortaklaşan, ortaklaşırken kendisini yöneten, yönetirken öğrenen ve öğreten, bütün bunlar üzere eyleyen ve mücadele eden, eylerken hem yıkan hem de yaratan, devrimi bugünden örgütleyecek, “işçi, kadın, gençlik ve semt komünlerini” kurmalı ve güçlendirmeliyiz.

Devrimci savaş, tıpkı Ergin Günçe’nin şiirinde kaleme almış olduğu, diyalektik ilişkiye benzer bir işleyişe sahiptir. Ne zaman ki “öfkenin kurucu meclisinin” bahçelerinde, “tarihi hızlandırmanın çiçeği” filizlenir, işte o zaman baharın gelişi sokaklarda yankılanır. Ve unutulmamalı ki, iyi hazırlanmış bir devrimci savaş, barışı getirmeye yazgılıdır!