Buhran, geçiş evresi, eşik (I) – Emir Arda

638

2023 seçimlerine, sayılı günler kaldı. Bu seçim önemli. Ancak, bu seçimi önemli kılan, egemen kesimler arasında bir hükümet değişiminin yaşanacak olması değil. Bu seçim önemli çünkü 2023 seçimleri, dünya ölçeğinde küresel bir buhranın yaşandığı ve 20 senedir bir geçiş evresi içerisinde debelenen ve sancılanan Türkiye’nin, bu buhrandan yoğun bir biçimde etkilendiği bir süreçte gerçekleşecek. Bu buhranın ve geçiş evresinin yarattığı sancıların, Türkiye’de, devrimci bir durumu, son 40-45 senedir görülmedik bir şekilde, alabildiğine olgunlaştırdığını söylemek gerekiyor. Geldiğimiz durum itibariyle ise bu seçim, tüm bu sürecin nereye doğru gideceğini-devrileceğini belirleyebilecek bir eşik niteliği kazanmış durumda. Ancak bu devrimci durumu sırtlanabilecek ve eşiği geçebilecek devrimci bir öncülüğün ve önderliğin olmaması ise acı bir gerçek. Bu yüzden, bazı tekrarlara düşmek pahasına, geleceğe doğru bir projeksiyon tutmak ve bazı önerilerde bulunmak gerekiyor.

Buhran ve geçiş evresi: Türkiye’de devrimci durum

Kapitalizm, 2008’den bu yana, küresel bir buhran hali içerisinde. Sistemin tüm olağan yeniden-üretim mekanizmaları ve işleyişi, küresel ölçekte, eş-zamanlı olarak bir durgunluk yaşıyor. Hakim sermaye birikim stratejisi olan neoliberalizm ve küreselcilik işleyemez hale gelmiş durumda. Emperyalist-kapitalist sistemin merkezleri, ekonomik kriz kuşatması altında, adeta çaresizce kıvranıyorlar. Az ve orta gelişmişlikteki bir çok bağımlı ülke, iflas olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış durumda. Uluslararası kurulu düzenin, ekonomik-ideolojik-siyasal tüm temelleri sarsılıyor. Tüm bunlar, pek tabii, tüm toplumsal yaşamı da etkisi altına alıyor. Farklı emperyalist ve kapitalist devletlerden, sermaye kesimlerine değin, egemen güçler arasında seviye seviye hırlaşmalar boy veriyor; bu güçlerin çıkarlarına dayalı olarak, yerel ve uluslararası yeni bloklaşmalar meydana geliyor. Dünyanın bir çok yerinde isyanların patlak vermesi ve aynı zamanda faşizmin yükselişi de, tüm bunlarla ilişkili kuşkusuz. Zincir gün geçtikçe daha da fazla geriliyor. Yeninin, eskinin yerini almak üzere harekete geçeceği; eskinin, buna sonuna kadar direneceği; güçlünün güçsüzü ezeceği; “kurt kanunu”nun işleyeceği yıkıcı bir sürecin ön günlerinde olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bunun, somutta, olası bir dünya savaşı olarak cereyan edebileceğinin ayırdında olmak gerekli. Öyle ki, yaşanan yeniden-paylaşım mücadelesi sürekli hızlanmakta. Hali hazırda, Ukrayna üzerinde yürütülen Rusya-NATO kapışması, UCM’nin Putin hakkında aldığı kararda da görülebileceği üzere, geri dönülemez bir noktaya ulaşmış durumda. NATO’nun 2021-2022 zirvelerinde alınan kararlar, ABD emperyalizminin Tayvan üzerinde yaptığı provokasyonlar, Şanghay İşbirliği Örgütü toplantısı sonrası ortaya çıkan tablo, Almanya-Fransa’dan yükselen sesler de, çok kutuplu bir dünyanın göstergeleri. Biden-Zelenski görüşmesinde yapılan anlaşmalar, Batının duraksız bir biçimde Ukrayna’ya silah yığması, hemen ardından Putin’in Belarus’a nükleer silah yerleştirme tehdidi ise çok daha sert süreçlerin yaşanabileceğini gösteren bazı olaylar olarak sıralanabilir. ABD-İngiltere’nin Pasifik hattındaki hamleleri ve Çin’in önce Körfez hattında Suud-İran ikilisini masaya oturtarak Ortadoğu’ya doğrudan müdahale etmesi, sonrasında da Moskova’da Putin ile görüşmesi, ABD’nin buna İsrail, Suriye ve Irak üzerinden yaptığı hamlelerle cevap vermesiyse, savaşın ve paylaşım mücadelesinin yayılarak genişleyeceğini gösteriyor. ABD’de bile, seçim sonuçlarını kabul etmek istemeyenlerin, darbe girişiminde bulunduğu bir dünya konjonktüründe olduğumuzun, hiçbir şekilde unutulmaması gerekiyor.

Şimdiden, emperyalist güçlerin, safları sıklaştırmak için ülkelerin iç siyasetlerine doğrudan müdahil olduklarını görebiliyoruz. Pakistan, Brezilya, İran, İsrail ve Türkiye’de son yıllarda yaşananlar, burada en yalın örnekler olarak verilebilir. Herkes, olası bir dünya savaşında, kendi yanını ve ardını sağlam tutmanın derdinde. Bu olası dünya savaşının, nasıl gelişeceği de, süreç içerisinde netleşecektir. Bunlar an’a içkin olarak tartışılabilecek şeyler. Ancak bu olası savaşın, Doğu Avrupa’dan Ortadoğu’ya, oradan Pasifik, Orta Asya ve Kafkasya’ya doğru uzanan bir alanın içerisinde başladığını, geliştiğini ve bu alanın içerisinde yoğunlaşacağını görmemiz gerekir. Elbette, bugün geldiğimiz dünya koşullarında, bu yoğunlaşmanın, dünyanın geri kalanını çok derin bir biçimde etkileyeceği tartışma götürmez bir gerçek. Ancak, içinde bulunduğumuz coğrafyanın, Ortadoğu havzasının, savaşın ve yeniden-paylaşım mücadelesinin daha da yoğunlaşacağı bir alan olduğunu görmek zorundayız.

Ortadoğu’da kilit bir rolü olan ve jeo-politik önemi daha da artan Türkiye, hiç kuşkusuz olarak, tüm bu sürecin, dolaylı-dolaysız olarak tesiri altında. Ancak, bu tesirin özgün yansımalarını anlayabilmek için, Türkiye’nin, son 20 senedir, bazı zaman sertleşen bazı zaman yumuşayan, ama sürekli sancılı geçen bir geçiş evresi içerisinde debelendiğinin farkında olmak gerekiyor. Türkiye’nin, gerilmiş ve daha da gerilmekte olan bir zincirin zayıf halkalarından biri olması, bu geçiş evresinin ve sancıların maddi temeli. Bu sancılar, Türkiye’nin tarihsel-yapısal zafiyetleri ve zayıflıkları ile kapitalist bir geçiş evresinin genel ve özgün karakterinin arasında var olan bir çelişkiler silsilesinden kaynaklanıyor. Geç kapitalistleşmiş ve yukarıdan aşağıya, kitlelerden kopuk, iç savaş içerisinde gelişmiş ve yetersiz kalmış bir devrimin sonucunda kurulmuş bir ulus-devlet olan Türkiye ile ulaştığı gelişkinlik seviyesinden kaynaklı artık onun sınırlarına sığmakta zorlanan üretim ilişkilerinin, buna bağlı olarak dönüşen toplumsal kesimlerin ve üretici güçlerin, karşılıklı çelişkisinden kaynaklanan sancılar bunlar. Devletin ve rejimin, sermayenin istikrar ve yayılma ihtiyacını tam olarak karşılayamadığı; toplumun en az yarısı üzerinde rıza üretemediği; yarı yarıya ve her yarımın içerisinde bir çok parçaya bölünmüş olan toplumu, mülki ve mahalli olarak yönetmekte zorluk çektiği için yaşanan sancılar…

Bu sancıların artık katlanılmaz hale geldiğini görebiliyoruz. Öyle ki, yaşanmakta olan ekonomik-mali kriz, tüm intiharvari önlemlere rağmen kontrol altına alınamıyor. Krize yönelik sunulan en etkili çözüm, pek tabii olarak, sömürünün arttırılmasından başka bir şey değil. Ancak geri kalan çözümler ise gelecekteki çok daha büyük krizleri hazırlamaktan başka bir işe yaramıyor. En geniş kitleler, bile-isteye, gayet planlı bir şekilde, sırf sermaye birikiminde bir duraksama meydana gelmesin diye, geleceksizlik, derin bir yoksulluk ve açlıkla karşı karşıya bırakılmış durumda. Gündelik hayatın her yanında hissedilen bir hoşnutsuzluk hali hakim. Tedirgin olan faşist rejim, baskı ve terörü sıradanlaştırmış durumda. Tüm bunlar, “hükümet istifa” tepkilerinde de görüleceği üzere, kitleleri harekete geçmeye itekliyor. TC devletinin ve mevcut rejimin çıkarları ile emperyalistlerin çıkarları arasındaki uzlaşmazlık da gün geçtikçe artıyor. 2011’den bu yana uygulanan yayılmacı siyasetin, iflas ettiği gün gibi ortada. Bu da yetmezmiş gibi, her sene bitirildi diye iddia edilen “terör” de, bir türlü bitirilemiyor. Ayrıca, özellikle Maraş depreminden sonra, derinleşen ve Erdoğan karşıtlığında somutlanan bir hegemonya krizi yaşanıyor. Bu krizin bir sonucu olarak derinleşen egemenler arası kapışmanın sonucunda, seküler-muhafazakar geriliminin yükseldiğini, toplumsal kutuplaşmanın derinleştiğini ve iç savaş dinamiğinin hiç olmadığı kadar hareketlendiğini de görebiliyor ve hissedebiliyoruz.

Egemenlerin eskisi gibi yönetemediği, ezilenlerin hoşnutsuzluğunun gün geçtikçe arttığı ve tüm bunların kitleleri harekete geçmeye iteklediği bir nesnellikle karşı karşıyayız. Bu nesnelliğin toplamına baktığımızda, Türkiye’de, devrimci bir durumun yaşandığını görebiliyoruz. Bu devrimci durumun, ne devrim öncesi “Çarlık Rusya”yla, ne de başka bir örnekle eşitlenip, aynılaştırılmaması gerekiyor tabii ki… Öyle ki, örneğin, Türkiye’de “asker postalı giymiş köylülükten oluşan bir ordunun, yaşanılan bir hezimetin ardından, büyük oranla devrimin saflarına geçtiği vb. bir nesnellik sözkonusu değildir. Örnekler arttırılabilir pek tabii… Ancak, belirli koşullar altında ve istisnai bir hareket dahilinde meydana gelebilecek olan devrimci durumun, devrim için zorunlu olan ve devrimi mümkün kılan nesnel koşullar olduğunu da unutmamak gerekiyor.1 Devrimci durumun yarattığı bu devrim imkanının, ancak, devrimci bir özne ve onun öncüsü ile buluştuğunda devrime doğru devinebileceği ise inkar edilemez bir gerçek. O yüzden, her kim ki bu süreçte, bu gerçekliği ve nesnelliği görmezden geliyorsa, esas itibariyle, oportünistlikten başka bir şey yapmıyor.

Bu durumun, kısa-orta vadede değişmesi zor. Çünkü bu sancıların ve kriz halinin, egemenler lehine giderilebilmesi, ancak, bu geçiş evresinin, öyle ya da böyle, muradına erdirilebilmesiyle mümkün olabilir. Ezilenler lehine giderilebilmesi ise ancak devrimci durumun bir devrime doğru devindirilebilmesi ve krizin maddi temellerinin tamamen ilga edilmesiyle gerçekleşebilir. Kuşkusuz, burada tayin edici olacak olan sınıf mücadelelerinden başka bir şey değil… Ancak, söylemek gerekir ki, bu düzeyde yaşanan bir krizin uzun yıllara yayılarak yarattığı tahribat, yapısal zafiyet ve zayıflıkların çözülebilmesinin güç olması ve yaşanmakta olan küresel buhran hali, kısa-orta vadede, egemenler lehine bir çözüm üretilebilmesini imkansızlaştırıyor. Devrimci bir öncülüğün ve önderliğin yokluğu ise ezilenler lehine bir çözüm üretilebilmesini, tersi bir durum, devrimciler ve komünistler tarafından gerçekleştirilinceye kadar zor kılıyor. O yüzden, bu sancılar ve esas itibariyle devrimci bir durumu ihtiva eden bu kriz hali, bazı zaman sertleşerek bazı zaman ise yumuşayarak, belki Türkiye’nin lig düşmesine sebep olarak ama çözümsüz kaldığı ve devrime ulaşamadığı her koşulda, farklı biçimler altında gelişebilecek olan karşı-devrimi tekrardan çağırarak, sürmeye devam edecek gibi duruyor.

Eşik: 2023 seçimleri

İşte tüm bu koşullar altında; devrim ve karşı-devrimin, risk ve fırsatın, düşüş ve yükselişin, yıkım ve yaratımın karşı karşıya geldiği bu zaman aralığında bir seçim yapılacak. Bugün geldiğimiz durum itibariyle, bu seçimlerin, yaşanmakta olan geçiş evresinin ve devrimci durumun nereye doğru gideceğini-devrileceğini belirleyebilecek bir eşik olduğunu tekrardan söylemek gerekiyor. Bu seçim, bu sancıların ve krizin, kimler tarafından, hangi yol ve yöntemlerin kullanılarak, nasıl tedavi edilmeye çalışılacağını; tedavi edilemediğinde, hangi yönde ve nasıl derinleşeceğini belirleyebilecek bir öneme sahip. Bu süreçte, herkesin bildiği üzere, egemen sınıf kesimleri, mevcut iktidar faşist Cumhur İttifakı (Cİ) ve restorasyoncu Millet İttifakı (Mİ) olarak iki ana blokta saflaşmış durumdalar. Bu saflaşmada, genel anlamıyla Mİ’nın aleyhine olabilecek şekilde oluşan, “adam kazandı Muharrem” ve “ırkçı Sinan Oğan” pürüzleri de, duruma göre önem kazanabilecek olgular olarak ele alınabilir… Ezilen sınıfların ve kesimlerin ise, her ne kadar parçalı olsa da, HDP’nin (YSP’nin) ve KÖH’nin mutlak ağırlığını hissettirdiği bloklaşmalar üzerinden, seçimin sonucunu tayin edemese de doğrudan etkileyecek bir saflaşmayı sağladığını görüyoruz.

Zaten, geldiğimiz durum itibariyle, seçimin sonucunu, tayin edecek olanın, seçmen tercihi değil, tarafların siyasal inisiyatifi olacağını da söylemek gerekiyor. Bunun nasıl gelişebileceğini anlamak için, “Cumhurbaşkanlığı” ve “Milletvekilliği” üzerinden iki ayrı seçimin yapılacağı bu düzenekte, tarafların ne doğrultuda ve nasıl saflaştığına bakmak iyi olacaktır.

Mevcut iktidar, her şeyden önce, hükümette kalmaya devam ederek, 2007’den bu yana ince ince işlediği, 2015’ten bu yana kan dökerek, zulmederek, bir darbe sayesinde (20 Temmuz OHAL ilanı) tesis ettiği faşist rejimi ve bugüne kadar elde ettiği tüm “kazanımlar”ı, kurumsallaştırmanın ve kalıcılaştırmanın derdinde. 2015’ten bu yana her fırsatta dile getirilen; “Türkiye Yüzyılı tanıtım toplantısı”nın, “Cİ Seçim Protokolü”nün ve “AKP Seçim Kampanyası”nın tam merkezine oturtulan “yeni anayasa” söylemi, bunun somut karşılığı. Bunun da ötesinde, kamusal alanda yapılan tedrici değişim geriye döndürülmesin; “yap-işlet-devret modeli”yle bir süreklilik kazandırdıkları sermaye aktarımında kesinti meydana gelmesin; yayılmacı siyasetin “kazanımlar”ı bir nebze de olsa korunabilsin; “terör”e karşı atılan adımlar sonuç alabilsin; başlatılan “kültür savaşı” başarıya ulaşabilsin istiyorlar. Öyle ki, 2023 seçimlerinde aleyhlerine gelişecek herhangi bir sonuç, 2015’ten bu yana katedilen tüm bu mesafenin boşa gitmesine sebep olabilir, diye düşünüyorlar. Nitekim, Erdoğan’ın da bir çok defa ifade ettiği üzere “artık kaybedecekleri çok şey”leri var. O yüzden hükümette kalmak, olmadı belli sigortalara sahip olmak ve bu doğrultuda devam etmek onlar için büyük önem arz ediyor.

Bunun için, son iki senede, “seçim sisteminde değişiklik”, “diplomatik gerilimleri düzeltme”, “yeni bir işgal operasyonuyla şoven histeriyi yükseltme”, “İYİP’i saf dışı bırakma” ve “HDP’yi kapatma davası” gibi bir çok hamle yaptılar. Sonuç itibariyle hepsinin boşa düştüğü ortada. Mevcutta süren çok yönlü krize dair, şu an işlettikleri program dışında bir önerileri olmadığını da net bir biçimde görebiliyoruz. Öyle ki, geleceğini çaldıkları kitlelere, sabır telkin etmek, “hizmet” anlatmak, ulufe dağıtmak ve “savunma sanayi” ürünlerini tanıtmak dışında bir şey yapabiliyor değiller. Ki bu sabrın sonunun da selamete ve refaha değil, mülksüzleşmeye ve köleleşmeye çıkacağı, her geçen gün daha da barizleşiyor. Eğer hükümet olmaya devam ederlerse, meslek örgütlerine; muhalif ve kontrolleri dışında olan medyaya; kazanılmış haklara; Kürt halkına ve temsilcilerine; kadınlara, LGBTİ+’lara ve gençlere; muhalif partilere; ezcümle, kendilerinden olmayan herkese ve her şeye karşı çok daha yoğun bir saldırı dalgasını başlatmaktan ve bu saldırı dalgasının bir ürünü olan bir “yeni anayasa” yapmaktan başka bir vaatleri yok. Seçimi kazanmak için şu an yaptıkları tek şey ise tüm bu hedefler ve vaatler doğrultusunda, 20 Temmuz darbesinden sonra oluşan faşist blokun, pekiştirilerek genişletilmesi. HÜDA-PAR’ın ve YRP’nin bloka dahil edilmesi de burada anlam kazanıyor.

Bu durum, seçimi, “kazanamasalar bile kazanacakları” ya da en azından “kazanamasa da kaybetmeyecekleri” faşist bir cepheleşmenin oluşmasını sağlamış durumda. Bu noktada, bu blokun, asker-sivil bürokrasi içerisindeki gücü, paramiliter örgütlenmelere ve en az %30luk faşist bir kitle desteğine sahip olması önem kazanıyor. Ki bu imkanlar, her şeye rağmen, onlara, bu süreçte, karşısındakilerin “ya hükümeti devretmezlerse” gibisinden kaygılanmasına yol açan, bir inisiyatif üstünlüğü sağlamakta.

Altı benzemezi güç bela bir araya getirmiş olan ve salt iktidar karşıtlığının oluşturduğu kaygan bir zeminde konumlanan Mİ’nın ise, krize çözüm olarak sunduğu önerilerin, Batı emperyalizmiyle arayı düzeltmek, TÜSİAD’ın önünü açmak ve denge ayarı bozuma uğrayan siyasal yapıyı onarmak etrafında şekil aldığını söyleyebiliriz. Zaten, Batı emperyalizmi ve TÜSİAD’ın da, yeni gelişen dünya konjonktüründe, mevcut iktidarın, kendi çıkarlarını karşılayamayacağını düşündüklerini herkes biliyor. Elbette, her ikisi de, hacimlerinden kaynaklı, her hükümetle uzlaşabilecek ve her hükümeti yıldırabilecek niteliğe sahipler. Ancak, gelişen dünya konjonktüründe; zincirin alabildiğine gerildiği, Ortadoğu ve Türkiye’nin jeo-politik öneminin arttığı bu günlerde, yapılacak olan seçim ve hükümet değişikliği bu güçler için önemli. Uluslararası dengelere oynamayacak; kurumsal olduğu kadar siyasal olarak da NATO üyeliğinin gereklerini ikirciksiz yerine getirecek; dış finansman ve pazar sorununu derinleştirmeyecek; faiz siyasetiyle vb. ekonomik-mali dengeleri bozmayacak; aslan payını başka sermaye kesimlerine aktarmayacak bir hükümet, bu iki güç odağının isteklerini karşılayabilir bir hükümet olacaktır. O yüzden, Mİ, sunduğu hükümet programından doğru, bu güçlerin kuşkusuz olarak ilk tercihi.

Mİ’na göre, “Ortak Mutabakat Metni”nde somutlanan program gerçekleştirildiğinde, iç-istikrar sağlanacak; “helalleşme” olacak; “toplumsal hak ve özgürlükler” iade edilecek; hır-gür ve diklenmeler son bulacak; TC, kendi bölgesindeki “pivot” ve “lider” ülke statüsünü tekrardan kazanacak; yayılmacı siyaset, Batı’nın gölgesi altında, daha akılcı bir biçimde yürütülmeye devam edecek; dış finansman akışı sağlanacak; yeni yatırımlar yapılacak ve sonra da “her şey çok güzel olacak”… Mİ’nın yaptığı şey, efsunlanmış bir tavşan misali, tüm ormanı koşuya çıkarmaya çalışmaktan ve sahte umutlar yaymaktan başka bir şey değil açıkçası. Bunu yaparken de, bol keseden, soldan sloganları dolaşıma sokuyorlar ve niyetlerinden bağımsız, bir sol atmosfer yaratıyorlar. Özellikle, “iktidardan hesap sorma”, “toplumsal adalet”, “ekonomik refah” ve “özgürlük” gibi başlıklar etrafında gelişen bir atmosfer bu. Kılıçdaroğlu’nun, kürsü, Twitter ve TikTok çıkışları, elektrik faturasını ödememe hamlesi, anti-neoliberalizm ve hesap sorma demagojisiyle devam eden bu süreç, seçim kampanyası için yapılan ilk videoyla tavan yaptı denilebilir. “Kürtler” ve “Aleviler” başlığıyla yayımladığı iki videoda yine bu sol kampanyanın bir ürünü.

Ancak, iktidarın inisiyatif üstünlüğüne, “Erdoğan’ın üçüncü kez aday olamama tartışmaları”nda da görüleceği üzere dolaylı yoldan rıza gösteren Mİ’nın, seçim sürecine dair tedirgin olduğunu da, onlara bağlı medyanın yaptığı haberlerden doğru görebiliyoruz. O yüzden, onlar da, kendi karşı-inisiyatiflerini, yaptıkları her hamlede görüleceği üzere, temsil ettikleri Batı emperyalizmine ve TÜSİAD’a, bazen de Kılıçdaroğlu’nun ve Akşener’in “kürsü çıkışları”ndaki diş göstermelere yaslanarak güçlendirmeye çalışıyorlar. Bu noktada, 2019 yerel seçimlerindeki “sandık ve sonuç savunması”ndan başka bir referansları ise yok. Bunun ne kadar işlevsel olduğunu göreceğiz…

HDP ve EÖİ ise, her ne kadar seçim güvenliği ve faşizm üzerine tartışmalar yapılsada, tüm bu süreçte, mevcut iktidarın, olası bir seçim yenilgisini, kabul edeceği ve hükümeti devredeceği varsayımından doğru hareket etmekte. Bu varsayımdan doğru, ilk hedef, seçimlerde, en geniş uzlaşmaları yaparak, mevcut iktidarı, her ne şekilde olursa olsun göndermek olarak koyuluyor. Herkesin bildiği üzere, bu noktada, Cumhurbaşkanı adayı çıkartılmayarak, Kılıçdaroğlu’nun destekleneceği bir hat kurulmuş durumda. İkinci hedefse, “100 milletvekili” ya da TİP’in “%3’ü geçme” söyleminde somutlandığı üzere, alınabilecek en fazla sayıda milletvekilliğini alıp ya da “grup kurma” yeterliliğine ulaşıp, mevcut iktidar gittiğinde, “demokratik çözüm adresi” veya “demokratik cumhuriyetin kurucu meclisi” niteliği kazanacağı varsayılan TBMM’de, “ana muhalefet” olmak veya en azından “etkili bir güç” haline gelmek. TİP ne kadar başarılı olur orası muallak ama HDP en azından 70-80 vekil çıkartabilirmiş gibi duruyor. Bütün bu tartışmalar ise ittifakın, her ne kadar, “seçim ittifakı değil mücadele ittifakı” olduğu söylense de, esas itibariyle, bir seçim ittifakı olduğunu gösteriyor. Zaten, seçim vb. gibi düzen-içi siyasal olgulara, sınıf mücadelesinden hareketle bir an ve süreç olarak değil de, kendinde olgular ve bir mekanizma olarak önem atfettiğinizde, işin sonunun buraya çıkması kaçınılmaz…

Son dönemlerde, devrimci durumun ve oluşan sol atmosferinde itkisiyle parlayan ama mecliste ve ana akım medyada yaptığı sözlü-görsel propaganda dışında çokta bir numarası olmayan TİP’in, parıltısını devam ettirebilmesi için mecliste temsil edilmeye net ihtiyacı var. Bunun devrimci mücadele için ne kadar fayda sağlayıp sağlamadığını göreceğiz. HDP’nin ise yaslandığı devrimci güçten doğru böyle bir şeye ihtiyacı olduğu söylenemez. Ama düzen-içi siyasetin istismarının, devrimci siyaseti güçlendirmesi ve pekiştirmesi noktasında sağladığı faydanın, olabildiğince yüksek olduğunu, ‘90lardan bu yana deneyimliyoruz. Bunun dışında, KÖH’nin, özellikle son 8 senedir yürüttüğü direnişi ve savaşı bir sonuca vardırması, olmadı biraz nefes alması gerekmekte. Bunun somut karşılığı, iç-istikrarı sağlama, “helalleşme” ve “toplumsal hak ve özgürlükler”i iade etme vaatleri olan Mİ ile KÖH’nin, bir olasılık dahilinde, HDP aracılığında, “ikinci müzakere süreci”ni başlatması olarak bugün karşımıza çıkmış durumda. Bu noktada, böylesi bir “müzakare süreci”nin başlayabilmesi için Kılıçdaroğlu’na verilen destek KÖH için bir anlam ifade ediyor. HDP’nin, mecliste etkili bir güç olacak olmasının da, yürütülecek olası bir “müzakere süreci”nde, KÖH’nin elini güçlendirecek veya rahatlatacak bir şey olarak düşünülmesi gerekiyor.

Özellikle Cengiz Çandar gibi ne olduğu belli kimselerin, vekil listelerinde, bu yüzden yer aldığı da çokça konuşulmakta. Tüm bunları, “Türkiye’nin batısı”nda devrimci bir öncülük ve önderlik göremeyen, onunla buluşamayan KÖH’nin, “yılana sarılmak zorunda kalma”sı olarak okumak doğru olacaktır. Nitekim KÖH, 2000’lerin başından bu yana, herhangi bir şekilde “yılana sarılmak zorunda kalma” durumlarını, ilkesel olarak yanlış bulmayan bir hareket. Zaten, kim KÖH’nin yanında saf tutmuşsa, UKKTH ilkesi temelinde ama kendi bağımsız çizgisini korumak kaydıyla, onların, böylesi bir programatik esnekliğe sahip olduğunu bilerek saf tutması gerekir. Ayrıca, bir önceki “müzakere süreci”nin, Haziran isyanının yolunu açtığı gerçeğini de unutmamalıyız. Bugün bu bağlamda tartışmaya açılan bir çok durum da, oluşan sol atmosferin gelişmesini ve pekişmesini sağlayabilir. Ancak bu sıraladığımız siyasal faydaların ötesinde, özellikle EÖİ’nin Türkiye’li bileşelenlerinde gördüğümüz üzere, meclisin, gerçekten “demokratik cumhuriyet”i vb. kurabileceği düşünülüyorsa, bunun, bir laf-ı güzaf olduğunu, çok bilindik bir oportünizme yol açacağını, tavşanın peşine takılıp, orman boyunca koşuya çıkmaktan, sahte umutlara tav olmaktan başka bir şey olmayacağını söylemek gerekiyor!

İKİNCİ BÖLÜME BURADAN ULAŞABİLİRSİNİZ.

1 Elbette, devrimin bir zorunluluğu olan devrimci durum, devrimciliğin de bir zorunluluğu değil. Devrimcilik, devrimci bir durum olsun ya da olmasın, egemenin ezilen üzerindeki şiddetine, sınıflı toplumların varlığına koşullu bir olgu.