Türkiyeli bir devrimciden Türkiye Devrimci Hareketi’ne Medya Savunma Alanları’ndan siyaset dersleri – Orhan Yılmazkaya

1441

Yukarıda yer alan fotoğrafta Orhan Yılmazkaya’nın yanında duran kişi, yazıda geçen “Kırık Sandalye” anısında Yılmazkaya’nın bahsettiği PKK’li gerilla olan Zerdeşt Dersimi (Ali Gezer)’dir. Zerdeşt Dersimi 18 Ağustos 2011 tarihinde Siirt Pervari’de şehit düşmüştür.


Türkiye solu, TC önünde duyduğu Kürt halkı ve öncüsüyle yan yanalık korkusunu Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı, egemen ulusa ait üstenci bir güvensizlikle ifade ediyor. Sol, yasal demokratik siyasetten, en ileri devrimci cepheleşmeye kadar Kürt özgürlük hareketiyle yan yana gelmeye gizli açık direnmesini bu güvensizlik duygusu üzerinden açıklamaktadır.

Çatı Partisi tartışmalarından öğreniyoruz ki, Türkiye solu, bölgesel krizin önümüzdeki aşamalarında Kürt Özgürlük Hareketi’nin emperyal güçlerle bir uzlaşma içine girip girmeyeceği konusundaki şüphesini, Kürt kurumsal siyaset temsilcilerine bir protokol imzalatarak bu tehlikeden kendini sakınacağını düşünecek kadar güncel politikanın açık bir unsuru haline getirmiş bulunmaktadır.

Siyasal süreçlerin en temel karakterinin belirsizlik olduğu Ortadoğu’da böyle bir anlaşmanın hayatın ve tarihin dayatması karşısında hiçbir geçerliliğinin olamayacağını bilmeyen acemi bir doktrinerin kendine bu tarz güvenceler araması romantik bir toyluk olarak değerlendirilebilirdi, eğer ki önerinin artık iyice yaşlanmış Türkiye solundan geldiği bilinmeseydi… Bu durumda önerinin masumiyet şalını kaldırınca Kürtle yan yana gelmemek için ipe un sermeye kalkan bir siyasal korku karşımıza çıkmaktadır.

Gerçeği kavramadan onun soyutlamaları üzerinden tutum belirlemek yöntemsel doğrudan kaynaklanan güçlü yanlışlara sahip olmayı getirir. Ortadoğu’nun Batı formatlı klasik bakışlarla algılanamayan gerçekliği bu tür yanlışları oldukça provoke etmektedir. Tersinden bir örnekle, nominal İslam değerleri yüzünden AKP’yi hırpalayıp aslında kendilerini zayıf düşüren Siyonist aşırı Neoconların doktrinerliğine benzeyen bir siyasal tarz Türkiye solunda da geçerlidir. Türkiye solu, Kürt Özgürlük Hareketi’ni tarihsel konumlanışı üzerinden değil de onun kendini açıklamakta daha uygun bulduğu ağırlıkla postmodern kavramlar üzerinden anlamaya çalıştıkça gerçeklikle algısı arasındaki fark büyümektedir. Bu hem Türkiye Devrimci Hareketi’nin hem de bölgesel devrimci demokratik güçlerin yerel ve uluslararası sömürücü ve sömürgeci güçlere karşı halkların kurtuluş mücadelesinde yeni imkânların değerlendirilmesinin önüne geçmektedir.

Küresel ve bölgesel düşman cephenin saldırganlığı sonucunda, korkulan gelişmenin gerçekleşmesi halinde durumun postmodern küresel demokrasinin gerekleri üzerinden değil de Leninist “Brest Litovsk” üzerinden açıklanması realitede ve Türkiye solunun tutumunda ne değiştirebilir ki? Sorun verili durumda bölge halklarının bu en ileri direniş hattının siyasal zorluklarının nasıl tanımlanacağında değil, türev olarak bu tür olası zorlukları da tasfiye  edecek ama esas olarak bölgesel devrimin imkanlarını geliştirecek ve paylaşacak kertede metropol alanlarda halkların ortak direniş cephesinin nasıl oluşturulacağındadır.

Kürt Özgürlük Hareketi, Türkiye solu gibi değildir; sırtında onlarca yumurta küfesi vardır ve salt kavram ve ilkeler üzerinden mücadele nin bütün taktik aşamalarına ön belirleme yapamaz. Yapması istenemez, beklenemez. Önümüzdeki süreçte, Amerika’yla uzlaşmaya oturur mu, oturmaz mı sorusunun cevabını bu hareketten beklememek gereklidir. Türkiye Devrimci Hareketi, eğer bir irade olarak kendini bölgesel sürece katacaksa bu sorunun cevabını kendi tarih bakışıyla vermek zorundadır.

O halde “güncel tarih”e nasıl bakılmalıdır?

Burada uzun uzun tartışma imkânımız yoktur ama İran sorununun bölgenin ve haliyle dünyanın merkezinde olduğunu söyleyebiliriz. İran süreci bir taraftan küresel ekonominin sorunları, diğer taraftan küresel egemenliğin kararsız dengeleriyle artık taşınamaz bir haldedir. Ancak aynı nedenlerden ötürü uluslararası emperyalizmin bu sürece stratejik yönelmesinin önkoşulları da henüz oluşmuş değildir. Özellikle böyle bir savaşın cephe ve cephe gerisini oluşturacak Türkiye-Kürdistan hattında ABD tarafından ön görülen siyasal gelişmeler; TC-Güney yönetimi işbirliği, TC’nin ılımlı İslam ve ılımlı Kürt entegrasyonu ile modifiye edilmesi, -bu konuda Talabani’nin ziyareti, AKP’nin kapatma davasıyla, ordunun Ergenekon operasyonuyla merkezde birbirlerine yanaştırılmaları gibi önemli ve hızlı gelişmeler olmaktaysa da- henüz tamamlanmış değildir. Dolayısıyla görülebilir bir vade içinde ya bu süreç kendi tahammüllerini iyice tüketerek bir süre daha gidecektir ya da dar kapsamlı taktik bir müdahaleyi gündeme getirecektir.

Olayların seyrinden, ikinci ihtimale ait alametlerin daha fazla belirdiğini söylemek mümkündür. Bunun en büyük işareti, Lübnan’da yeni bir denemenin hemen ardından bölgedeki varlığını savaş olmadan sürdüremez olan İsrail’in birdenbire bütün alanlarda barışa yönelmesidir. Görünen odur ki İsrail’in müdahaleye katılmaması planlanmaktadır ve bu yüzden de müdahalenin  91 Irak müdahalesi gibi ardından gelen süreci demleyecek taktik bir girişim olacağı söylenebilir. İsrail’in devre dışı tutulması hem savaşın bütün bölgeyi ve haliyle dünyayı saran bir yangın dönüşmesini engelleyecek hem de işbirlikçi İslam ülkelerinin İran’a karşı tavır almada ellerini rahatlatacaktır. İran’ın kendisine yapılacak bir müdahaleyi doğrudan İsrail’e döndüreceğine ait tavrı da Fransa’nın, İngiltere’nin ve hatta kipalı Başbuğ’un sürkontrlarıyla paralize edilmeye çalışılmaktadır.

Böyle bir taktik saldırı ihtimalinin önündeki en büyük engel bunun petrol fiyatlarındaki patlama üzerinden dünya ekonomisinde yol açacağı derin krizdir. Sonuçsuz bir saldırı için böyle bir bedel ödeme fikri özellikle finans sisteminin iç içeliğinden dolayı savaştan paylanacak silah ve petrol tekelleri de dahil olmak üzere ama özellikle Avrupa finans kapitalizmine cazip gelmeyeceği güçlü bir görüştür.

Oysa sanılanın aksine, dar tutulması başarılabilmiş bir müdahale halinin, başta içinde bulunduğu krizi aşmasına yardımcı olması gelmek üzere uluslararası sistemin gündemindeki pek çok sorunu çözmesi, kararsızlıklarını netleştirmesi, ona dönemsel bir rahatlık getirmesi söz konusudur.

Her şeyden önce unutulmamalıdır ki, dünya zaten en az altı aydır yüksek petrol fiyatlarıyla hem krizden dolayı doğrudan yardım etmek zorunda kalacağı Amerika’ya, Fed’in düşük faiz politikası sürdürmesine imkân verecek şekilde sermaye transferi yapmaktadır, hem de Avrupa, petrol üreticisi ülkelerde toplanan sermayenin doğrudan transfer merkezi olarak bir yandan kriz nedeniyle sermaye değersizleşmesinin yenileyiciliğinden, diğer taraftan elinde toplanan petrodolarlar ya da petroeurolar üzerinden yeniden birikim süreci nden yararlanmaktadır. Yani 70’lerde yaşanan petrol krizinin yeni bir çevrimi söz konusudur ve giderek açığa çıkan bir birikim fazlası krizine stratejik açılım için zorunlu olarak göze alınması gereken bir evre; doğu pazarlarının entegrasyonu, aynı zamanda yeni bir birikim süreci olarak planlanabilmektedir.

Ve zaten böylesi bir tarihsel kavşakta transatlantik ittifakının ABD öncülüğünde ama Avrupa programında tam da Brzezinsky’nin “Seçenek”inde tarif ettiği bir konsensusa ulaşmış olduğu görülmektedir. İran’a yönelik hava saldırısı tatbikatında İsrail’in yanında sürpriz bir şekilde Yunanistan’ın varlığı, Avrupa bankalarında –önceden haber verip önlem alma imkânı tanısalar da- İran’ın hesaplarını dondurmaları Avrupa’nın da bu savaşın bu taktik boyutuna dâhil olmayı kendi rasyonalitesine uygun bulduğunu göstermektedir.

Ancak hepsinden önemlisi; bu tür yönelmelerin İran’da da bir karşılığı olacağına dair işaretler bugüne kadar hiç olmadığı şekilde ortaya çıkmaya başlamıştır; Laricani ile Ahmedinejad karşıtlığı, keza Velayeti’nin Ahmedinejad’ın politikalarını eleştiren açıklamaları gibi…

Sürecin bu özel eğiliminin bölge ve Türkiye siyasasına yansımaları el bette sürecin ana eğilimlerine tabi özel nüanslar  şeklinde kendini gösterecektir. Ana eğilim itibariyle uluslararası sistemin Türkiye’ye yüklediği görev bölgede  İran’ı dengelemesidir. Amerika, sürecin çatışmalı ya da kendiliğinden akışına bağlı olarak Türkiye’den bu görevi dini ve sistemsel-ideolojik karşıtlığının yanı sıra askeri ve siyasi gücü üzerinden de gerçekleştirmesini istemektedir. Bunun için gereken Türk devlet yapılanmasının ılımlı İslami ve Kürdi bir modifikasyonudur. Bu göreve yanaşmakta ayak direnen kesimler ülke içi karşıtlarının basıncıyla terbiye edilerek Amerikan çizgisine uyumlu hale getirilmektedir. Sistem, Houston-Genelkurmay basıncıyla AKP’yi İslami kurumsallaştırma niyetinden vazgeçirterek İran sürecinin gelecek aşamalarında 1 Mart muadili tehlikeleri bertaraf etmeye yönelirken, Brookings-AB-AKP çizgisi ise, medya üzeri deşifrasyonlar ve Ergenekon operasyonlarıyla hem orduyu diskredite etmekte hem de Türkçü ve laisist taban basıncından kurtarılan ordu hiyerarşisinin, geleneksel devlet ideolojisinde İslami ve Kürdi öğelere tahammül alanı açmasına yol verilmiş olmaktadır.

Orduya sınır ötesi operasyonlar karşılığında İslami varlığı kabul ettiren Dolmabahçe ve 5 Kasım zirvelerinden sonra şimdi de Zap yenilgisini takip eden bu süreçte, esas olarak güneyde Kürt devletleşmesinin meşru ve siyasal varlığını tanıyan ve ülke içinde sınırlı da olsa bu meşruiyetin yansımalarını görebileceğimiz bir dönemin açılması mümkündür.

İran’a stratejik bir saldırının şimdilik kaydıyla ötelendiği bir aşamada bölgesel dengelerde Türk ordusuna ait şoven ve modernist alerjilerin siyasal ağırlığında hafifleme olacaktır. Yani önümüzdeki aşamada Türkiye siyasal sürecinde sivil siyaset kurumsallığının daha ağır basacağı söylenebilir. Bu da sivil yönetimin Güney yönetimiyle ilişki geliştirmede elini rahatlatacaktır. Bu süreçte kalıcı düzeyler elde edilene kadar ordunun yeni bir kara harekâtını gündemine alması daha zor gözükmektedir.

Egemen sistemin acil gündeminin mevcut krizini aşmak, Zap dalgasının geri vurmasıyla iyice dağılan dengelerini yeniden oluşturmak olduğu ortadadır. Bu yeni iktidar yapılandırmasını seçimle ya da seçimsiz, AKP’yle ya da yeni başka bir oluşumla, hatta belki yeni bir anayasayla yapıp yapmayacakları tartışmaları içinde asıl şekillendirmenin ABD’nin bölge ihtiyaçlarına göre ve ABD tarafından verileceği ortadadır. Bu durumda gelecek iktidarın, Kürt Özgürlük Hareketi’nin Edi Bese hamlesiyle artık inkâr ve imha sisteminden kopuşu iyice derinleşen Kürt halkını yeniden sisteme bağlayacak manipulasyonlarına imkân tanımak açısından belki bu dönemde Başbuğ ile birlikte 2006 sonbaharında Ağar’la yürürlüğe konulmak istenen yaklaşımın yeni bir denemesine şahit olmak da mümkündür ancak bunun kuzey Kürt halkının ve Kürt Özgürlük Hareketinin yükselen taleplerini karşılamaktan çok uzak kalacağı geçmiş dönem tepkilerinden bilinmektedir. Dolayısıyla güneyle ilişkiler gelişirken kuzeyde savaşın şiddetinin süreceği gözükmektedir.

Yani İran sorununun artık iyice pişirildiği bir sürecin bölgesel ve küresel sistem açısından giderek bir PKK sorunu ve tasfiyesi olarak adlandırılacağı bir döneme yönelmekte olduğunu söyleyebiliriz. Var olmanın politik tarzının her tarihsel durum için ve özellikle yakın çevre ve yakın tarihimizde Kürt Özgürlük Hareketi’nin gösterdiği şekilde direnme savaşı olacağı ise açıktır.

Yanlış anlaşılma ve eksik bırakma risklerini göze alarak bütün özet geçme gayretimize karşın bölgesel sürece ilişkin açıklamalarımızı gene de isteğimiz ötesinde uzatmamızın nedeni, Türkiye solunun sorguladığı PKK tavrının küresel ve bölgesel sürecin kabaca izlenmesiyle ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin tarihsel dokusuna önyargısız bir bakışla kolayca kestirilebileceğini göstermek içindir. Sürecin açık niteliğine karşın Türkiye devrimci hareketinin kendisini bölgesel ve ülkesel devrimin ihtiyaçlarına cevap olma eylemciliğine yatırmamasının, Kürt devrimiyle her düzeyde yoldaşlaşmamasının nedeni, hiç başka gerekçeler aramadan ve gevelemeden söylenmelidir ki, TC karşısında irade olma bilinç ve kararlılığından düşmesi ve hem ezen ulustan gelmekten hem de solun geçmiş ideolojik arka planında var olan Kemalizminden kaynaklı sosyal şovenizmidir.

Bununla birlikte, çok önemli bir tarihselliğe denk düşeceği için, saflık derecesinde bir iyi niyet göstererek, halklaşamamış, kaba doktrinerliğe düşmüş Türkiye solculuğu ile en asal doğrulara sadık kalmak kaydıyla kendi pratiğini kavramlarda değil hayatın gerçeğinde tanımlayan PKK’nin siyaset tarzları arasındaki farkı biraz daha anlayarak aşmaya çalışalım.

Kürt siyasallığı, toplamda denilebilir ki, önüne çıkan sorunu göçebe-aşiret kültürünün yalınlığı içinde algılamış ve keza o yalınlıkla, kendi gerçeğini nesnel kavrayışa dayalı bir özgüvenle çözüm üretmiştir. Sorunların ampirik algısı soyut dünyanın karma şıklığıyla değil, somut durumdaki çıkarıyla yanıtlandığı için bu yanıtları en geri yığınlara bile kavratmakta başarılı olmuşlardır. Bütün teorik ve ideolojik çözümlemelerle birlikte çözüm ilkeyi güç olmaya bağlayan bir sunuşla gündeme getirmiştir. PKK yaşamında, Öcalan’ın çözümlemeleri ve onun anlaşılamamaktan şikâyet ettiği tarzda yaşanan teori ve pratik, her iki boyutuyla da dinamik bir şekilde toplumun ve mücadelenin massetme gücüne göre yalınlaşarak içkinleşmekte ve Kürt Özgürlük Hareketi zemininde kelimenin tam anlamıyla kolektif bir praksise dönüşmektedir.

Türkiye devrimciliği ise, sınıfsız tarihsel devrimciliğin yol açıcılığının bittiği yer ancak bezirgân kurumlaşması olacağı için, ilkeyi gücüyle dayatma saflığını yitirdiği her an, her tarafını kuşatmış bezirgân kültürünün iki yüzlülüklerini kendi içine ve dışına yöneltmekten çekinmemiştir. Uzun yenilgi yılları boyunca iyice kesimleşmiş sol yapıların sınıf ya da ezilen, ne ad verilirse verilsin, sosyal tabanının ve haliyle somut pratik bir değerinin yokluğu artık ancak soyut cambazlıklarla, hürafuyunculukla doldurabilir olmaktadır. Hayatın içinde pratiksiz varoluş gerçeklerin yanlış soyutlanmasın -ki bu noktada yenik ve düşkün Batı solu önemli bir referans ve beslenme kaynağı oluşturmaktadır- ve hayata bu yanılgılı soyutluklar üzerinden sol öznelcilikle yönelmeyi her gün yeniden üretmektedir.

Kendi başarısızlıklarımızın çözümünü yapamıyorsak da, karşımızdaki başarı örneğini anlamak adına Kürt Özgürlük Hareketinin “Apocu siyaset tarzı” olarak kodladığı ve Türk solunun kontratlara dökecek kadar anlayamadığı siyaset tarzını anlamaya çalışmak tam da bu noktada özellikle önemlidir.

“Apocu siyaset tarzı”, Öcalan’ın kendi anlatımlarıyla asıl olarak 76-84 yılları arasındaki faaliyetin tarifi ya da tanımlanmasıdır. Ankara ve Şam pratikleri bu çizginin anlatımıdır. Roma pratiği ise bu çizginin kendi riskini göstermektedir. Ve elbette “komplo” ve ciddi “tasfiye” süreçlerine rağmen yapının kendini koruyarak nihayetinde 1 Haziran hamlesiyle taleplerini yeniden “dört parçada özerk Kürdistan”a taşıyan bir kriz ve siyaset yönetimi… Yani kendine karşıt odakların eşliğinde, belki biraz yavaş, belki sol doktrinerlikle izahı oldukça zor, ama sürekli hedefe doğru yol kat eden bir siyasal çizgi… Kürt Özgürlük Hareketi’nin somut gerçeğinde realize olan “Apocu siyaset tarzı” budur.

Bunun doğruluğunu ya da yanlışlığını Batılı sol tedrisatımızla tartışmaktan ziyade Apocu siyaset tarzının kısa ya da uzun dalgalarını ayrıştırabilecek ve esas dalganın üzerinden sürecin genel gidişatını görebilecek özgün bir tarih ve siyaset anlayışına sahip olmamızın gerektiği yeterince açık değil midir?

Burada belki anlaşılması ve anlatılması zor soyutluklara başvurmaktansa benim zihnimde önemli berraklıklara yol açan kısa bir anekdotun aktarılması daha yaralı olabilir.

Zap sıcağında bir kurumda bir öğlen yemeği molasında Kürt misafirperverliğini iyice koyultan PKK yoldaşlığıyla az sayıdaki plastik sandalyelerden biri bana verildi. Kötü malzemesi aşırı sıcak ve düzensiz zemindeki zorlanmalarla deforme olmuş sandalyenin bir bacağının oturmamla kıvrılması ve benim dengemi kaybetmem bir oldu. Kendimi zor toparlarken durumu kurtarmak adına arkadaşların yoldaşça sıcaklıklarına güvenle onlara “Nedir bu Türk solunun sizden çektiği, altımıza kırık sandalye veriyorsunuz” diye şaka ile saldırdım. Birimin sorumlusu olan değerli yoldaş bana “Heval…” dedi, “Burası Ortadoğu…” derken ben ağzından lafı kaparak her ortalama insanın yapabileceği bir akıl yürütmeyle cümleyi tamamladım: “Oturmadan evel sandalyenin sağlamlığını kontrol edecektim, değil mi?” dedim. Yoldaş ise beklemediğim şekilde “Hayır” dedi ve otuz yıldır bu topraklarda onca badireye karşı başarılı bir varlık sürdüren bir siyasal birikimin karşımdaki somut temsili olarak siyasal ustalığın formülünü verdi: “Hayır yoldaş, kırık sandalyeye oturmasını bileceksin!”

Evet, bu tarif Ortadoğu’da siyaset tarzı üzerine onlarca cilt kitaptan daha aydınlatıcıdır. Ankara ve Şam pratikleri bu tarzın başarılı örnekleridir ve şimdi aynı tarz İmralı’dan ve dağlardan sürdürülmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin siyaset tarzı kararlı direnişçilik ve kadın özgürlüğünde halklaşmayı bilmenin yanı sıra gerektiğinde kırık sandalyeye oturmasını da bilmektir.

Türkiye soluna kıssadan ilk hisse: Devrimcilik biraz da risk almayı sevenlerin işidir.

İkincisi, Kürt Özgürlük Hareketi’nin dönem dönem kırık sandalyelere oturmaktan çekinmeyerek esas olarak kendi duruşunu sağlamlaştırdığını hayat göstermiştir. Kendi duruşu “demokratik sosyalizm” ise Türkiye devrimci hareketinin bundan öte beklediği ne olabilir ki? Ve bu tarzın şimdi ve gelecekteki olası uygulamalarının bölge halklarının kurtuluş çizgisinde kalması için güçlü devrimci bölgesel ittifaklara ihtiyaç olduğu açık değil midir? Peki, Türkiye Devrimci Hareketi’nin varlık gerekçesi böyle bir devrimci odak olmak değil midir?

Türkiye Devrimci Hareketi, bir gün kendi günlerinin de geleceği umuduyla kendini kandıran ve kendisini statükonun bir parçası haline getiren devrimsizliğinden kurtulup ülkede ve bölgede siyasal bir irade olmayı istiyorsa işe kendi sanılarından kurtularak Kürt Özgürlük Hareketi’ni anlamakla başlamalıdır. Kaba bir öykünmecilikle değilse de kendisinden öğreneceğimiz çok şey olan ve yolumuzu oldukça kısaltacak kertede imkân zenginliği sunan Kürt Özgürlük Hareketi’yle bütün kaygılara rağmen her düzeyde yan yanalık kendi köşeciğinde illegalitecilik oynamaktan ya da TC statukosunun bir parçası olarak kurumsal siyaset yapmaktan ya da Avrupa’da Meşrutiyet aydınlarının muhalif çizgisini sürdürmekten iyidir.

Biz, Türkiye Devrimci Hareketi’ne, olası hayal kırıklıklarının melankolisiyle kendinden geçen küçük burjuva tükenişi yerine tarihsel ve güncel gerçeklerin ortaya çıkardığı duruş netliklerini esas alan devrim zorlayıcılığını; Kürt Özgürlük Hareketi’nin bugünkü pozisyon netliğini paylaşmayı ve ona bu paylaşımı kalıcılaştıracak umudu vermeyi öneriyoruz.

Behdinan, 05.07.08

Kaynak: Nisan Köprüsü

CEVAP VER

Please enter your comment!
Adınızı buraya yazınız