Bir İttihat Projesi: Ekrem İmamoğlu – Emir Arda

2170

Çok kısa bir süre önce İmamoğlu, son dönemlerdeki rutin basın açıklamalarının birisinde; “ 145 yıldır, biz demokrasi için mücadele ediyoruz. 145 yıldır, demokrasi için mücadele ettiğimiz bu süreçte, elbette hatalar, eksiklikler olacaktır. Ama çok büyük hataları, memleket kaldıramaz…” dedi.(1)Sonrasında çıkan tartışmada, AKP yandaşı birçok faşist kurum/kişi/odak/çevre bir anda, bu konu üzerinden İmamoğlu’na karşı saldırıya geçti…

Atılan tweetleri; A Haber denen, zırtapoz – riyakâr medya kuruluşunun yürüttüğü kampanyayı incelediğimizde, İmamoğlu’na karşı neden bu kadar köpürdükleri anlaşılıyor aslında. AKP ile kendisine vücut bulan; özellikle 15 Temmuz girişiminden sonra, gemiyi azıya alan Yeni Osmanlıcılık akımının temsilcileri, İmamoğlu’nun bu sözlerini, kendilerine bir tehdit olarak görüyorlar. Peki neden? Bunu anlamak için yakın tarihe -çok kısa da olsa- bir bakmak gerekir…

I.

Fransız Burjuva Devrimi’nin, ideolojik-siyasal etkileri çerçevesince; dünya çapında milliyetçilik, meşruti ve temsili demokrasi gibi akımlar yaygınlık kazanmaya başlamıştı. Aynı zamanda burjuvazi siyasal gücünü ve meşruluğunu resmen kanıtlamış bulunuyordu. Osmanlı da bu dalgadan elbette muaf kalamazdı. Osmanlı’nın otoritesi ve baskısı altında sömürülen birçok ulus, Fransız Devrimi’nin etkisiyle, Osmanlı’ya karşı ayaklandı ve kendi bağımsızlıklarını talep ettiler. Bu ayaklanmaları bastırabilmek adına devletin yeni düzenlemelere gitmesi gerekiyordu. Ki öyle oldu. Osmanlı ailesi, Tanzimat ve Islahat Fermanları ile bunu sağlamaya çalıştı… Tüm bu etkilerin neticesinde; Jön Türk geleneği, Osmanlı aydınlarının içerisinde yavaş yavaş filizleniyordu. Bizim konumuz bağlamında, kısa da olsa eğilmemiz gereken yer Jön Türk geleneğidir.

İmamoğlu’nun da dediği gibi; yaklaşık 145 yıl önce, Osmanlı’nın çok yönlü bir bunalım içerisine girdiği bu dönemde, dönemin padişahı Abdülaziz’e karşı bir hükümet darbesi yapıldı. Bu hükümet darbesi sonucu Jön Türk geleneğinin dolaylı yoldan ilişkilendiği V. Murat; darbeyi yapan hükümet ile danışıklı olarak, meşrutiyeti ilan etmesi koşuluyla, tahta getirildi. V. Murat’ın psikolojik rahatsızlıkları sonucu tahttan inmesiyle, bu sefer II. Abdulhamid tahta çıkarıldı. II. Abdulhamid’in tahta çıkarılması, yine aynı şekilde meşrutiyeti ilan etmesine koşullanmaktaydı.

Daha sonrasında; içeride Jön Türk geleneğinin, dışarıda da Avrupa devletlerinin baskısı sonucu yeni bir anayasa ilan edildi. Bu anayasa; yani Kanun-i Esasi, meşruti monarşinin ilanıydı; daha başka tabirle I. Meşrutiyetin

Ancak bu durum, Osmanlı bürokrasisinde çok fazla hâkim olamadı. Abdulhamid, Osmanlı – Rus savaşının yenilgisini gerekçe göstererek, meclisi kapatmış oldu. Sonrası ise, çok uzun yıllar sürecek bir istibdat dönemi…   İmamoğlu’nun bahsettiği 145 yıllık demokrasi mücadelesi bu topraklarda böyle başladı. Ancak İmamoğlu’nun da belirttiği gibi, bu demokrasi mücadelesi, o günün yürütücüleri; yani Jön Türk geleneği tarafından, ilerlemeler ve gerilemeler ile devam ediyor. Peki nasıl?

Abdulhamit’in uygulamaya soktuğu istibdat dönemi -adı üstünde istibdat- çok uzun yıllar süren baskı ve zorbalık yıllarıydı. Bu süreçte, Osmanlı sivil-askeri bürokrasisinin, gelecek kuşakları olan Mülkiyeliler ve Harbiyeliler, bu baskı yönetimine karşın örgütlenmeye başladılar. Abdulhamit yönetimi bu örgütlenmeleri çok kısa süre içerisinde dağıttı. Mekteplilerin bir kısmı tutuklandı, bir kısmı Paris’e kaçmak zorunda kaldı. Paris’te o dönemlerde kurulu olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleştiler. Daha sonra İttihatçılar olarak net bir kimlik kazanacak olan bu hareket; uzun yıllar boyunca çalkantılar, yükselişler ve düşüşler ile -özellikle yurtdışında olmak üzere- istibdata karşı meşrutiyet mücadelesini, örgütlemeye devam etti. Bunun sonucunda 1908’de gerçekleştirilen bir ayaklanma ile II. Meşrutiyet tekrardan ilan edildi. Ayaklanma, İttihatçı Enver Paşa ve komutasındaki subaylar tarafından Makedonya’da gerçekleştirilmişti…

Daha sonrası; İttihat Cemiyeti’nin baskı ve zorbalık yıllarıdır. Onun dışında, çok çalkantılı siyasal krizlerin, sürekli yayılarak büyümesidir. Türk-İslam sentezi kapsamında, azınlıklara yöneltilen devlet terörüdür; Ermeni soykırımıdır.

Bu baskı ve ceberut ortamında, bir yandan İttihat Cemiyeti’nin içerisinde bölünmeler gerçekleşiyordu; diğer yandan ise ona karşı birleşik bir muhalefet örgütleniyordu. Bu bölünmelerden en önemlisi, M. Kemal ve Kazım Karabekir’in, 1909 Selanik Kongresi sonucu partiden ayrılmalarıdır. Ancak bu ayrılma, İttihat partisinin temel görüşleriyle çelişerek değil, parti içi bir iktidar sürtüşmesi sonucu gerçekleşmiştir. Diğer bir yanda ise, İttihat muhalefeti partiler birleşerek, Hürriyet ve İtilaf Cemiyeti’ni kurmuşlardır. İtilafçılar -programatik olarak- İttihatçıların Türk-İslam sentezine ve Almanya ile olan ittifak siyasetine karşı kendilerini var ettiklerini iddia ediyorlardı.

Ayrıca eklenmesi gerekiyor ki; bu dönemde İtilafçılar, 31 Mart Vakası olarak da bilinen bir ayaklanmayla, İttihatçılara karşı bir harekete giriştiler. Ancak bu ayaklanmanın, Hareket Ordusu ile bozguna uğratılmasıyla; siyasal iktidar, kesinkes olarak İttihatçıların denetimine geçmiş oldu.

Hızlı ilerleyelim. Birinci paylaşım savaşı yenilgisinin sonucunda, emperyalistlerin baskısı ile İttihatçılar, kendilerini fes ettiler. Ancak İttihatçı anlayışın temel prensiplerine bağlı kalınarak, onu revize eden başka bir siyasal akım, kendisini, bağımsızlık mottosu ile örgütlemeye başladı. Bu akım, M. Kemal ve K. Karabekir’in öncülük ettiği, Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’ydi… Kısaca; bir yanda İttihatçılar’ın devamcısı olan Müdafa-i Hukukçular; diğer yanda ise İttihatçılara karşı kurulan ve savaş sonrası siyasal iktidarı alan İtilafçılar… Bu iki ana siyasal akım, İmamoğlu’nun işaret ettiği, I. Meşrutiyet döneminden bu yana süren demokrasi mücadelesinin bir sonucu olarak var oldular.

Ancak konuya sadece buradan bakmak oldukça yetersizdir. Bakmak isteyen için çok daha ayrıntılı bir tarihsel anlatım, Modernleşen Türkiye Tarihi(2) adlı eserde vardır. Biz, biraz da bizim penceremizden bakalım…

II.

İttihatçılar yollarına Halk Fırkası ile devam etti; İtilafçılar Terakkiperver Fırkası ile. Bugünün Türkiye’sinde İttihatçı anlatı; CHP ve benzerleri ile devam ediyor, İtilafçı anlatı; AKP ve benzerleri ile… Biri o gün, diğerine karşı bunu savunmuş, şu dış politikayı doğru bulmuş; diğeri onun tam tersi… Bu böyle uzar gider…

Ancak asıl mesele, İttihatçıların ve İtilafçıların -özellikle I. Paylaşım Savaşı’ndan sonra- temsil ettikleri sermaye klikleridir. İttihatçılar, yukarıdan aşağıya inşa edilecek bir devlet kapitalizmini, tekelci kapitalist sermaye adına; İtilafçılar ise, özelleştirmelere ve serbest rekabete dayalı bir kapitalizmi, Osmanlı’dan arta kalan tüccar (tefeci-bezirgân) sermayesi adına, tesis etmek istiyordu. Bu iki amacın gerçek olabilmesi için de, geleneksel Osmanlı devletinin siyasal iktidarı ele geçirilmeli ve amaca uygun olarak restore edilmeliydi.

Yukarıda bahsettiğimiz 31 Mart Vakası, bu neticede palazlandırılmıştır. Yine bahsettiğimiz üzere; bu mücadelede İttihatçılar, başarılı olmuşlardır. Ki sonrasında; yukarıdan aşağıya bir devlet kapitalizmi -tüccar sermayesinin üzerinde, tekelci kapitalizmin hegemonyasını, an be an gerçekçi kılarak- inşa edilmiştir.

Örneğin Demokrat Parti dönemi, bu bağlamda, küresel ölçekteki değişim-dönüşümlerin ve bölgesel faktörlerin de rüzgârını arkasına alarak, bir ray değişikliğine gitme girişimidir. Kendi siyasal öncülü olan İtilafın, bilmem kaç senelik gayesini, gerçekçi kılabilmek adına, siyasal-ekonomik-toplumsal anlamda restorasyonlar yapmıştır. Ancak 27 Mayıs’ın -özü itibariyle İttihatçıların; tekelci kapitalizmin- tokadıyla durdurulmuş, ta ki AKP dönemine kadar gelgitlerle sürecek bir dönem başlatılmıştır.

AKP dönemi de -Demokrat Parti sürecine çok benzer şekilde, küresel ve bölgesel ölçekteki etkiler ile- tüccar sermayesinin, tekelci kapitalizme karşı tekrardan başkaldırısıdır. AKP kendi siyasal öncülü olan Demokrat Parti’den öğrenmiş olacak ki; kendisine karşı geliştirilmeye çalışılan birçok 27 Mayıs benzeri hareketi savuşturabilmiştir. Ancak bir tıkanma söz konusudur; diğer bir yandan ise karşısındaki sermaye kliği ile üstü kapalı bir çatışma hali…

III.

Ve bu tabloda, İmamoğlu; 145 yıldır demokrasi mücadelesi veriyoruz diyor. İmamoğlugillerin bu kadar uzun yıllardır süren demokrasi mücadelesi; Jön Türklerin istibdata; İttihatçıların İtilafçılara; tekelci kapitalizmin tüccar sermayesine karşı verdiği iktidar mücadelesidir aslında.

Seçim sonuçları neticesinde, bu iktidar klikleri arasında çıkan arbede; bir yanıyla geçmişteki 31 Mart vakasının rövanşını alma girişimiyken; diğer bir yanıyla, tekelci kapitalist sermayesinin AKP’ye diş göstererek, kendi ekonomik programını uygulatma çabasıdır. Ancak görülmektedir ki; AKP açıklamış olduğu ekonomik program ile kendi temsilcisi olduğu tekelleşmiş tüccar sermayesini daha bir palazlandırmaya çalışmakta; İttihatçıların geçmişte Hareket Ordusu ile yaptığı şeyi, bugün polis, YSK vb. başka kurumlarla, benzer şekilde İttihatçılara karşı örgütlemekte…

Sonuç olarak; bugün TÜSİAD altında yan yana gelen tekelci kapitalizm; MÜSİAD altında tekelleşen tüccar sermayesi ile 145 yıldır süren, amansız bir kavga içerisindedir. Ki halkın ta bağrından kopup gelen Haziran Ayaklanmasını sanki kendilerininmiş gibi sahiplenmeleri; 15 Temmuz’da bir susuş kumkumasına bürünüp, ellerini ovuşturmaları; bugün seçimlerin sonucu ne olacak, buradan ne çıkar diye tırnak kemirmeleri, bundan kaynaklıdır. Öyle ki İmamoğlu; verdiği demokrasi mücadelesi gereği; TÜSİAD sermayesinin, MÜSİAD temsilcisi olan Erdoğan’a karşı oynadığı bir kozdur. Belki komik bir tezahür olacak ama açıkça bir İttihatçı projesidir…

IV.

Peki ya Türkiye solu ve HDP, bu durumun neresinde duruyor? 145 yıldır demokrasi mücadelesi veren İmamoğlugillerin; Jön Türklerin; İttihatçıların; Kemalizmin; tekelci kapitalizmin yanında! Neden? Çünkü faşizme ve gericiliğe karşı demokrasi mücadelesi veriyorlar da ondan! Hatta HDP ve çevresi -misalen- diyor ki; İmamoğlugiller bu mücadelede başarılı olmuşlardır, faşizm ve gericilik zayıflatılmıştır, bu da HDP sayesindedir…

Buradan doğru, bir tarihsel benzeşim yapmak hakkımızdır diye düşünüyorum: 1920’lerin TKP’si, o dönem iktidara gelen Kemalistleri yani İttihatçıları, Osmanlı gericiliğine ve İtilafçılara karşı savunmayı – tarihsel ilerleme bağlamında- demokrasi ve kapitalizmin gelişmesi, gericiliğin yenilmesi olarak görüyordu. Öyle ki destekledikleri İttihatçılar; önce Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Karadeniz açıklarında katlettiler; sonra TKP’ye karşı, uzun yıllar ardı arkası gelmeyen bir devlet terörünü, hiç aralıksız sürdürdüler. Ayrıca bu dönem, Koçgiri, Dersim katliamı gibi Kürt katliamları ile özdeşleşen yıllardı…

İttihatçıların terörünü sırtında en çok hisseden bu iki odak -birisi Türkiye solu, diğeri KÖH-  bir nevi Stockholm sendromu yaşarcasına, bugün kendi katillerinin ellerine bakmaktadırlar. Sendromun sebebi; beyinde devrimcilik hormonunun eksik salgılanması, en büyük belirtisi ise AKP-MHP blokunun demokrasi mücadelesi ile geriletilmesidir… Bu yüzden bir sendromdan öte bir hastalık haline gelmiştir; Reformizm: Bir Orta-Yaş Hastalığı!(3)

V.

Peki ya biz? Biz ne İttihatçı yani Kemalist siyasetin; ne de İtilafçı yani merkez-sağ – yeni Osmanlıcı siyasetin bir ürünüyüz. Ne tekelci kapitalizmin; ne de tekelleşmiş tüccar sermayesinin, siyasal çıkarlarına omuz verenlerdeniz. Herhangi bir demokrasi mücadelesini bu bağlamda yeterli bir gerekçe olarak görmemekteyiz. Bizim aslımızda, kökümüzde halk iştiraktir; o da, burjuvazi ile uzlaşmaz bir kavgaya girmeyi koşullar!

Ne mi yapmalıyız? Durup soluklanmalıyız. Sonra içinde bulunduğumuz atmosferi şöyle bir koklamalı, gözetmeli, anlamalıyız. Ona uygun modelde, aşağıdan–yukarıya, bir örgütlenme sarmalını adım adım örmeliyiz. Öznel koşulları yeteri kadar sağladığımızda ise yapılması gerekeni yapmalıyız… Yapılması gerekene dair Regis Debray’ın şu sözü, muhteva olarak bizi karşılayacaktır:

“ Başarılı bir pusu, işkencecinin öldürülmesi, ele geçirilen silahların gerillaya teslim edilmesi, şu ya da bu Amerikan ülkesinde ortaya çıkabilecek reformcu yüreksizler için en iyi cevaptır.”(4)

(1) http://www.haber7.com/siyaset/haber/2850466-ekrem-imamoglunun-145-yildir-sozu-tepki-cekti/?detay=1

(2) Eric J. Zürcher, Modernleşen Türkiye Tarihi, İletişim

(3) Sol Komünizm esprisine binaen bu söylenmiştir. Ortamlarda çokça rastlanılan bu esprinin günümüz Türkiyesinde bir gerçekliği yoktur. Çünkü içinde bulunduğumuz dönem, Lenin’de olduğu gibi, bir devrimin zaferinin ilerletilebilmesi ve daimi kılınması gibi görevleri değil; palazlanan ve gemiye azıya bağlayan karşı-devrimin sönümlendirilmesi gibi görevleri bize dayatmaktadır. Eğer pusula Lenin ise, Bolşevik Partinin 1903-1905 ve 1912-1917 arasındaki taktiklerine bakıldığında, karşı-devrimci ve egemenlerin krizde olduğu dönemlerde ne yapılması gerektiği daha net anlaşılacaktır. Bu dönemler, -deyim yerindeyse- mermiye kafa atmayı gerektirir. Eğer bu bir maceraperestlik bağlamında değerlendiriliyor ve çocukluk hastalığı olarak görülüyorsa; tersi de bir orta-yaş krizidir: Çok uzun sürelerdir belini doğrultamayan, elden ayaktan düşmeye başlamış ve öznel gerçekliğini kaybetmiş Türkiye solunun, orta-yaş krizi…

(4) Regis Debray, Devrimde Devrim, Eriş Yayınları

EMİR ARDA

CEVAP VER

Please enter your comment!
Adınızı buraya yazınız