Bugünün Dünyasını Anlamaya Dair… – Mehmet Güneş

3045

Söze başlamak için; hem küresel, hem bölgesel, hem yerel güçlerin sorunlarını, açığa çıkan kriz dinamiklerini ve bizim emekçi sınıflar, ezilen halklar lehine bu dinamiklere nasıl dokunabileceğimizi değerlendirmek zorundayız. Meselemiz, bugün yaşamakta olduğumuz dünyaya, politik süreçlere bakışımızı netleştirmek ve buna uygun konumlanmaktır. Tarihin her anında dünyayı değiştirenlerin yaptığı gibi kendi boyumuza bosumuza bakmadan dışımızdaki dünyayı kavrayıp müdahale etme dinamiklerini aramalıyız. Yine biliyoruz ki Türkiye’de devrimci hareket, pratik mücadeleden düştüğü oranda, teorik ve siyasal tartışmaları/değerlendirmeleri entelektüel bir ilgi alanı derekesinde ele almış, dışındaki dünyayla da böyle ilişkilenmiştir. Oysa, kendimize bir görev çıkartmadığımız, somut devrim mücadelemize katkısı olmayan bir tartışma/değerlendirme boşluğa yapılmış bir konuşmadan öteye gitmez.

Bugün yaşanmakta olanlara baktığımızda şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz: Büyük altüst oluşların yaşandığı bir dönemdeyiz. İyi kötü, iki dünya savaşından sonra bir dünya sistemi oluştu. Birleşmiş Milletler oluştu, bu denge durumuna uygun emperyalist kampın ortak kurumları oluştu, elbette rekabet ve karşılıklı restleşmeler bitmedi, ama bu kurumlar, emperyalist kapitalist ülkeler arasındaki güç ilişkilerine göre işletildi. Daha sonra Sovyetlerin başını çektiği bloğun çökmesiyle birlikte ABD emperyalizminin başını çektiği tek kutuplu dünyaya geçiş yapıldı. Emperyalist kapitalist kurumların dizayn ettiği bir dünya sistemi (neoliberalizm) hakim hale geldi. Daha önce oluşan Ticareti, rekabeti belirleyen, devletler arası hukuğu işleten tüm siyasi, ekonomik, askeri kurumlar işlevsizleşti ve rekabet alanı haline geldi. Şimdi güç dengelerinin ortadan kalktığı, hiçbir kurumun eski itibar ve işlevini sürdüremediği, adeta her şeyin zembereğinden boşaldığı bir süreçteyiz. Bu, aynı zamanda gücün ve zorbalığın hiçbir sınır tanımadan, egemen olduğu bir dünya durumudur. Ve biz, gücün ve zorbalığın, akıl almaz boyutlardaki saçmalığın ve kuralsızlıkların olduğu bir dünyada yaşadığımızı kavramak zorundayız. Bu bir dünya fetret dönemidir. Bu neoliberalizmin hem ekonomik hem siyasal anlamda çözülüşü ve içe doğru çöküşüdür. Ancak bunu devrimci bir imkana, duruma dönüştürecek örgütsel yapılar ise ya çok cılız ya da yok.

Ekonomik, siyasal, askeri, kültürel her anlamda dünyaya yön veren ve yönlendiren, hegomonik güç olan Atlantik ittifakı dediğimiz Angla-sakson dünyanın, ABD ve Avrupa’nın merkezinde olduğu egemenlik sisteminin sonu geldi. Daha önceki hakim egemenlik sistemlerinin başına ne geldiyse şimdi olan da budur. Başta ekonomik olmak üzere her alan ve düzeyde irtifa kaybı yaşıyor. Henüz Çin ve Rusya’da simgelenen eksen dünyaya yön veren hegamonik güç olmasa da, karşılaştıracak olursak bir tarafta düşüş, diğer tarafta ise yükseliş trendi yaşanmaktadır. İttifaklar dağıldı. Avrupa, kendi içinde bir dağılma yaşıyor. Almanya başta olmak üzere Avrupa’da ittifak ilişkisi olmaktan çıktı, kendine yeni hegomanya alanları oluşturmaya çalışıyor. Bütün birlikler eski ihtişamlı günlerini yitirdiler. Avrupa Birliği de NATO da bu çemberin içerisindedir. Devletler arasında, rekabet ve çatışma dinamikleri arttı. Dünya, artık çok daha yalınlaşmış bir biçimde, gücün konuştuğu bir dünyadır.

Dünyanın Çehresi Değişiyor

Dünyada emperyalist bloklar arasındaki rekabet ve hegemonya mücadelesinin belirlemediği hiçbir coğrafya yok. ABD’nin başını çektiği blokta yaşanmakta olan gerileme elbette düz bir çizgide seyretmiyor. ABD; siyasal ve askeri olarak hala hegamon güç olmaktan gelen konumunu kullanarak daha agresif, saldırgan bir dış politika sergiliyor. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, ekonomik olanın siyasal ve askeri alana yansıması düz bir biçimde olmasa da emperyalist güçler arası hegemonya mücadelesinin kızıştığı bir kesitteyiz. Dünyadaki hiçbir güç bu kapışmanın dışında değil. Emperyalist bloklar ve ittifaklar dağılır yeniden oluşurken, bloklara göre dizilim halindeki her güç mevcut durum içerisinde nasıl daha avantajlı olacağını hesaplayarak, pozisyon almaya, ittifak politikaları geliştirmeye çalışıyor. (Türkiye’nin son iki yıllık sürecini de buradan okuyabiliriz.) Bugün eskisi gibi sınırları belirgin ittifaklar sözkonusu değil. Hem ittifak içindeki güçler kendi aralarında hem de karşıt ittifak güçleri birbirlerine karşı rekabet halindeler. Hegemonya mücadeleleri çok boyutlu bir biçimde sürüyor. Ana kapışma, Atlantik ile Pasifik arasında yaşanıyor. Güç dengesinin ve hakimiyetin Pasifik’e ve Asya’ya kayan bir dünyadan bahsediyoruz. Dünyanın çehresi değişiyor ve fırtına bir tarafları sarsarken bir tarafları da ileriye doğru fırlatıyor. Özcesi eşitsiz gelişim yasası işliyor.

İstikrar Döneminin Kurumları ve Araçları Artık Günü Karşılamıyor

Suriye, Irak, İran krizini, Ortadoğu’da bir bütün olarak yaşananları, buradan okumamız gerekiyor. Ortadoğu’da yaşanan kavganın, etki alanı bölge ile sınırlı değildir. Her bir emperyalist güç, bölgede pozisyon alırken, aynı zamanda geleceğin kavgasını veriyor. Ayrıca bu güç kapışması sadece Ortadoğu’da değil dünyanın birçok yerinde, (Kafkasya’da, Balkanlar’da, Kuzey Afrika hattında, Doğu Akdeniz’de, Ukrayna’da…) yaşanıyor. Örneğin, tüm devletlerin savaş gemileri Doğu Akdeniz sularında yüzüyor. Bu daha önce görülmüş bir şey değildir. Elbette bunun bir ayağını emperyalist kapitalist güçler arası kapışma oluştururken, asıl sebep ise Doğu Akdeniz’de bulunan trilyonlarca dolarlık doğalgaz yatakları oluşturmaktadır. Bunun için herkes birbirine giriyor. Yunanistan, Kıbrıs, Türkiye, Suudi Arabistan, İsrail, Mısır gibi bölge devletleri de bu kapışmanın birer parçası. İç-dış siyasetin çok daha fazla iç içe geçtiği bir dünyada, bütün devletler içeride de belli fay hatlarının harekete geçtiği bir süreç yaşıyor. Uluslararası ittifak ve güç ilişkilerini çatlatan kriz, ulusal devletleri de kendi içinde karşıt kamplar olarak sert iç çatışmaların içine çekiyor.

Bu siyasete açık yansıyor. Düzenin tüm kurumlarının, istikrarın genel kurum ve kurullarının etkisizleştiği bu süreçte, dünya çapında merkez partiler ve siyasal çevreler de allak bullak olmuş durumda. Toplumsal-siyasal yönden otoriter, faşizan ve gerici eğilimlerin güç kazandığı bir zamandayız. Sosyal demokrasinin hakim olduğu İskandinav ülkelerinde bile ırkçı-faşist, “yabancı” düşmanı partiler siyaset sahnesine etkili birer güç olarak çıkıyor. ABD, İngiltere, Fransa, Yunanistan gibi birçok ülkede bu ırkçı-faşist dalganın yükselişi ile popülist sol hareketlerin görünür hale gelmesi, güçlenmesi de at başı gidiyor. Bu toplumsal çatırdamanın da bir başka ifadesidir. Avrupa’da bugün öne çıkan siyasal hareketler neo faşistler ve popülist sol eğilimlerdir. Özcesi, istikrar döneminin kurumları ve araçları artık günü karşılamıyor. Bu nedenle, siyaset uçlarda seyretmeye başladı. Toplumsal parçalanmışlık had safhaya geldi. Ancak, tüm bunlara rağmen -popülist sol hareketler canlanırken- devrimci bir muhalefetin gelişip serpildiğini ise söyleyemiyoruz.

Projeksiyonu Türkiye’ye doğru çevirirsek, tüm güç dengelerinin sarsıldığı, yıkılıp yeniden yapılandırılacağı bir süreçte, dış siyaset olduğu gibi iç siyaset de allak bullaktır. Türkiye’de burjuva klikler arasındaki çelişki ve çatışma keskinleşti. Kıran kırana bir kavga yaşandı. Darbe ve sonrası yaşananlar bunun zirve noktasıydı. Bir dönem ittifak olan AKP ile cemaat arasındaki kavgayı kendinde bir durum olarak görmemek, büyük tablonun bir parçası olarak değerlendirmek gerekiyor. Keza cemaatle mücadelede yan yana düşen AKP ve devletin Ergenekoncu kanadı arasındaki anlaşmalı evlilik de çok uzun süreceğe benzemiyor. Keza AKP’nin MHP ile yapmış olduğu Cumhur ittifakı çatırdadı. Her iki tarafta ittifakın devam ettiğini söylüyor ama altan kapışma kıran kırana devam ediyor, büyük bir kapışma yaşanırsa hiç şaşırmayız. AKP-cemaat bölünmesinde ne oldu, darbe çabuk bastırıldı, çok büyüyemedi ama yine de kan gövdeyi götürdü.

Bulaşan her bir ülkenin hem içe hem de dışa doğru mesaj ilettiği bir Cemal Kaşıkçı cinayeti yaşandı. Bu zâtın kim olduğu önemli değil. Bu şahıs, uluslararası konumu olan biridir. Uluslararası güçlerin bir maşası pozisyondadır. Dün, Afganistan’da birçok rol oynayan ve islamın yeşil kuşak projesini selefiliğe sıçratan bir maşa. İslamın yeşil kuşak projesiyle adım adım bizzat Taliban’a, oradan El Kaide’ye varan süreçte önemli roller oynamış bir maşa. Hiçbir örtüye, perdelemeye ihtiyaç duymadan Suudiler bu figürü ortadan kaldırmıştır. Bu nasıl bir dünya ki, çete, mafya ortamında değil, bir suikastle değil, devletlerin resmiyetinde adamı aldılar, öldürdüler, parçalara ayırıp eritti ve yok ettiler.

Nedir Bu Fetret Dönemi?

Buraya kadar ifade ettiklerimizi siyasal bir kavramlaştırmaya doğru ilerletelim. Dünyada bir fetret devri yaşanıyor dedik. Biz bunu şu şekilde değerlendirebiliriz; 2008 krizi sonrası, neoliberal sermaye birikim rejiminde yaşanan tıkanma, yani neoliberalizmin krizi ile tüm dünyada bir hegomonya krizi yaşanıyor. 2008’de ABD’de ve Avrupa ülkelerinde yaşanan ekonomik kriz, bir bütün olarak dünyayı sarmadı. Çin ve Rusya’da, yükselen piyasalar diye ifade edilen aralarında -bugün krizde olan- Türkiye’nin de olduğu gelişmekte olan ülkelerde bir süre yüksek büyüme oranları yakalandı. Özellikle Çin’in yükselişi tektonik kayma diye ifade edildi. 2008 krizi sonrası başlayan yükselme ve düşme trendinin kuşkusuz ekonomik, siyasi, askeri her alanda bir karşılığı oldu. ABD’nin 2018 Ulusal Güvenlik Strateji belgesini şekillendiren, tehdit algısını oluşturan, nasıl konumlanacağına yön veren bu durum oldu. Artık dünyanın tek hegomon gücü ABD değil. ABD, düne kadar dünyaya şekil vererek kendi çıkarlarını koruyordu, yani evrenselden yerele gidiyordu. Güç kaybıyla birlikte yerel olanı merkezine alarak (örneğin gümrük duvarlarını yükselten korumacı ekonomik önlemler, tehdit algısını bu temelde oluşturma vb.) evrensele, dünyaya bakmaya başladı. Tehdit algısı da değişti. Çin ve Rusya’yı merkeze alan bir tehdit algısı geliştirdi. Daha önceki küresel güç ilişkileri ve dengeleri üzerinden gelişen duruma küresel rejim dersek, bugün yaşamakta olduğumuz küresel bir rejim krizidir, küresel bir hegemonya krizidir. Bugün, hiçbir emperyalist güç bir diğerini bastıramıyor, üzerinde hegemonya kuramıyor. Çin ve Rusya’ya baktığımızda bir güçlenme sözkonusu ancak henüz dünyayı dizayn edebilecek birer güç değiller. Keza ABD’ye baktığımızda, ABD de eski düzenleyici, dizayn edici rolünü bir bütün olarak olmasa da (ekonomik anlamda yaşadığı irtifa kaybına rağmen siyasi-askeri olarak hala dünyanın en büyük gücü) yitirmiş durumda. Almanya, ABD’den bağımsızlaşan bir oyun kurucu olarak rol almak için hamle yapıyor. vb… Ama henüz ufukta emperyalist kapitalistler arası güç ve hegemonya ilişkilerini dengeye oturtacak bir durum sözkonusu değildir.

Dünyada yükselen hiçbir güç krizsiz ve savaşsız hegemon güç haline gelemez ve dünyayı dizayn edemez. Keza emperyalist-kapitalist güçler arasındaki egemenlik ve güç ilişkileri de bir kez sarsılıp krize girdiğinde, yeni baştan bir dengenin kurulması da yine krizsiz, çatışmasız, savaşsız olmaz. Birinci ve ikinci dünya savaşları bunun en somut örnekleridir. Bugün de emperyalist kapitalist güçlerin küresel rejim krizini aşabilmesi büyük kapışmaların sonucu olacaktır. Kuşkusuz bu, dünkü gibi bir dünya savaşı şeklinde seyretmeyebilir, ama büyük çatışma ve savaşların yaşandığı ve yaşanacağı bir dünyadayız. 2008’den beri etki alanı daralıp genişleyerek devam eden küresel kriz neoliberalizmin (ekonomik-siyasi) krizidir. Ekonomik anlamda neoliberal sermaye birikim rejiminde yaşanan tıkanma ve kriz aşılmadan (bunun arayışı devam ediyor) siyasal anlamda yaşanmakta olan kriz aşılamaz. Egemenlik ve güç ilişkileri dizayn edilemez. Ufukta ise krizin aşılabileceğine dair netleşen bir tablo yok. Bu, küresel rejim krizinin de, bölge krizinin de devam edeceği anlamına gelmektedir.

Küresel rejim krizinin bölgeye yansımasını ele alalım. Yaşanmakta olan hegemonya krizinin en çok yansıdığı, hegemonya mücadelelerinin vekalet savaşlarıyla devam ettiği, yer yer kafa kafaya gelmelerin yaşandığı bölge Ortadoğu’dur. Diyebiliriz ki Büyük Ortadoğu Projesi’nin çöküşü ve sonrasında ABD’nin hegemon güç olarak bölgeyi dizayn etmekte zorlanması ile bölgesel anlamda da bir rejim krizi yaşanmaktadır. Aslında bölgesel rejim krizi tespitini yapmamızı sağlayan altüst oluş süreci 2010’larda, Arap Baharı ile başladı.

Emperyalistler ve bölgesel gerici güçler arasındaki çelişki ve çatışmaların yaratmış olduğu boşluklar Kürt Özgürlük Hareketi’nin de Rojava devrimini gerçekleştirmesini sağladı. Boşluktan faydalanan sadece Kürt hareketi olmadı, DAİŞ de (önce ABD’nin bölgesel dizaynı sağlamak için kontrollü yıkım için önünü açtığı bir güç olmakla birlikte, sonra kontrol dışı bir gelişim sergiledi ve bölgenin yeniden yapılandırılmasının engeli haline geldi), bu boşluğu kendisine alan açmak için kullanan güçlerden biri oldu. Keza Türkiye’nin bölgesel güç olarak, Rusya ve ABD arasındaki çelişkilerden yararlanarak oyun alanını genişletme hamlelerini de -bu anlamda Efrin işgalini, İdlip’te almak istediği pozisyonu ve Rojava topraklarına dönük işgal tehditlerini- sayabiliriz. Dün Ortadoğu’da kurulu düzen devrimci dinamiklerin gelişimini engelliyordu. Bugün bölgede bir güçler dengesi oluşmuş olsa ve hegemonya krizi ortadan kalksa, bölgedeki mevcut güçler bu denge doğrultusunda bir dizilim içerisinde olacaktı. Kuşkusuz bugün de bir dizilim sözkonusu, ancak her bir bölgesel aktörün gücü oranında hareket serbestisi kazanabileceği boşluklar da var. “Kürtlerin zamanı”na yol veren de bu hegemonya krizidir. Aynı zamanda her devrim mevcut kriz süreçlerine devrimcilerin müdahalesi ile olmuştur. Veya yürüttükleri mücadele bir kriz anını oluşturmuş ve oradan ilerlemiştir.

Türkiye için daha önceki bölgesel statüko içerisinde şu söylenirdi; ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulayıcısı. Bu kuşkusuz kendi açısından önemli bir roldü, ama inisiyatif alanı daha dardı. Bugünse bölgesel rejim krizi, bölgedeki tüm dengeleri sarstığı gibi bu pozisyonu da ortadan kaldırdı. Bu durumu özellikle Suriye politikası üzerinden değerlendirerek şu tarz yorumlar yapılabiliyor: ‘AKP’nın dış politikası ile Türkiye, Suriye’de çuvalladı. Ortadoğu’da konum ve güç kaybetti.’ Acaba tam öyle mi? Yoksa biz, kendi gönlümüzden geçeni mi söylüyoruz? Bu coğrafya öyle bir dönem yaşıyor ki, herbir güç açısından fırsat ve tehlikeler sözkonusu. Nasıl ki, tarih Rojava’da Kürtler’e yol verdiyse ve devrim gerçekleştiyse, hegemonya mücadelesinin kızıştığı kriz noktalarına temas edebilecek durumdaki İran’ın, Türkiye’nin, Suudi Arabistan’ın da önünü açtı. Rusya Doğu Akdeniz’deki konumunu Suriye krizini fırsata çevirip güçlendirdi. Artık bölge denklemine Suriye ve İran’la bağlantılı olarak etkide bulunur hale geldi. Özcesi her bir güç için, bugün fırsat ve tehlikelerin bol olduğu bir coğrafyadayız. Türkiye’nin Efrin işgali de Minbiç ve Fırat’ın doğusuna dönük tehdit ve hamleleri de emperyalistler arası güç ilişkilerini yaratmış olduğu bu yeni durum üzerinden gelişti. Bu anlamda Türkiye, Rusya ve ABD’nin başını çektiği ‘koalisyon’ güçleri (yer yer ABD ile Almanya ve Fransa arasında da çelişkiler yaşanmakta) arasındaki hegemonya mücadelesinde fırsatları kollar ve değerlendirir pozisyondadır. Ancak emperyalist güçler arası çelişki ve çatışmalarla, uzlaşma süreçlerinin oynak olması, her ne kadar Türkiye de oldukça oynak olmasına rağmen, kimi zaman ofsayta düşmesine yola açmaktadır. Yalnız bu Türkiye’nin çuvalladığı gibi sığ değerlendirmelere yol açmamalıdır. Süreç düz doğrusal bir okumayla kavranamayacak kadar karmaşıktır. Bugün sınır hattı boyunca Rojava’ya dönük işgal tehdidi ve hamleleri de bu eksende değerlendirmek gerekiyor.

Mevcut Krize Ortak Olmak mı, Kendi Devrimci Krizimizi Yaratmak mı?

Hegemonya krizinin yaşandığı bir dünya, devrimci dinamiklerin gelişeceği ve devrimci imkanların açığa çıkabileceği, diğer yandan ırkçı-faşist, sağcı hareketlerin güç kazandığı, sağcı ve faşist iktidarların hüküm sürdüğü bir dünyadır. Bu çelişkili varoluşu kavramak durumundayız. Bugün dünyanın birçok yerinde sağın yükselişi, ırkçı-faşist partilerin güç kazanması ve devletlerin daha da otoriterleşmesi, birçok alanda çatışmaların yaşanıyor olması reel bir durumdur. Irkçı-faşist dalga ve otoriterleşmeyi örneklemek gerekmiyor; bugün Türkiye’deki başkanlık rejimi dünyanın genel gidişatından kopuk bir şey değildir. Hegemonya mücadelesinin sıcak çatışmalara dönüştüğü birçok coğrafya var. Bugün dünyanın 38 bölgesinde sıcak çatışmalar yaşanıyor. Latin Amerika’sından Endonezya’sına, Yemen’ine, Irak’ına, Suriye’sine, Ukrayna’sına, Türkiye’sine kadar büyüklü küçüklü çatışmalar var. Daha büyük kapışmaların arifesindeyiz. ABD, Suudi Arabistan’a 100 milyar dolarlık silah satıyor. Bu alım, olağan bir dönemin ihtiyacı değil. Bunu şöyle görmek gerekiyor; bir Ortadoğu ülkesi 100 milyar dolarlık silah stokluyorsa, bu mutlaka bir şeylerin hazırlığıdır. ABD’nin Suudi Arabistan’a bir misyon biçip onu bir yerlere hazırlamasıdır. İran’a ve İran’ın etki alanında olan güçlere karşı çok ciddi bir savaş hazırlığı yapılıyor. Yemen ve Suriye’de yaşanan süreç esas itibariyle İran’a dönüktür.

Hiçbir emperyalist müdahale eğer koşulları olgunlaşmış bir iç savaş/isyan sözkonusu değilse kitleleri isyana kaldıramaz, bir iç savaş çıkaramaz. Bölgede patlayan isyanlara bakalım. Bunları sadece emperyalist müdahale ile açıklamak çok yüzeysel olacaktır. Bu ülkelerde kitlelerin harekete geçmesini tetikleyen neoliberal kemer sıkma politikalarının sonucu artan yoksulluk ve sefaletin yanısıra tekçi egemenlik biçimlerinin kitleleri soluksuz bırakırcasına baskı ve zoru uygulamalarıydı. Bugün Türkiye’de krizin ağır faturasına, kemer sıkma politikalarına, dair çokça şey söyleyebiliriz. Keza tekçi-faşist Erdoğan iktidarının, faşist baskı ve zor, işkence, katliamlar konusunda sicili, bir Saddam’dan daha az kabarık değil. Ancak burada düz ve kestirme sonuçlara varmamalıyız. Türkiye tüm bunlara rağmen rıza üretim mekanizmalarının işletildiği bir ülkedir. Toplumun yoksul emekçi kesimlerinin ağırlıklı bir bölümü, Kürt halkına karşı geliştirilen ırkçı-şoven histeri ile faşist devlete yedeklenmiştir. Kürdistan’daki savaş, işçi ve emekçilerin sersemletilmesinin de bir aracı kılınmıştır. Keza yoksulluk ve sefalet birikimine karşı faşist iktidar tarikat ve cemaat ağlarının da devrede olduğu bir yoksulluk yönetişimini esas almıştır. Ortadoğu’da kanlı boğazlaşmaların olduğu coğrafyalara baktığımızda bu anlamda kitlelere dönük rıza üretiminin çok zayıf olduğunu, tek rıza üretim aracı olarak zor yolunun kullanıldığını söyleyebiliriz. Yani bu ülkelerde tekçi egemenlik biçimleri kaskatı biçimde uygulanmıştır. Rıza üretim mekanizmalarını şöyle düşünebiliriz; ateşin üstündeki bir düdüklü tencerenin basıncını düzenli aralıklarla almazsan gaz sıkışır, yüksek basınç oluşur (bu koşullarda dış bir etki de olursa, kurtuluşu yoktur) ve patlar. Suriye’de olan budur. Ancak patlama dinamiklerini salt yükselen bir çizgi üzerinden değerlendirirsek, örneğin faşist iktidarın toplumun bir bölümünü, din, tarikat, ırkçılık, yoksulluk yönetişimi vb. ile sisteme içererek yine ağırlıklı bir başka bölümünü baskı ve zor yoluyla sindirerek etkisiz hale getirmesini anlayamayız. Bunca baskıya, katliama, ekonomik krize karşı neden kitlelerin ayaklanmadığını sorar ve yeterli açıklamalarda bulunamayız. Somut durumun kavranması bize nasıl yürüyeceğimize dair anahtarları da verir. Şunu görelim, bugün yaşanmakta olan ekonomik kriz faşist iktidarın kendisine yedeklediği yoksul emekçi kesimleri de vuracaktır. Bu anlamda rıza üretim mekanizmalarında bir daralma yaşanıyor. İşçi eylemlerinde artış, henüz bireysel çıkışlar olsa da işsizliğe, zamlara, pahalılığa karşı gelişen tepkiler bunun işareti. Bu gelişmeler büyüyerek sistemin sinir uçlarına dokunacak olanakları açığa çıkarabilir, örgütlü olarak bunlara hazırlanmak durumundayız.

Anahtarımız

Hiçbir sistem kendi krizi ile yıkılmaz. Krizin kapitalist sistemin çöküşüne yol açacağı yönündeki kendiliğindenci kriz teorileri kafa karıştırıcı ve zararlıdır. Kriz koşullarında oluşacak patlama dinamiklerine temas edip devrimci bir çıkışı örgütleyemediğimizde burjuvazi krizi yeniden yapılandırma adımlarını atarak aşacaktır. Kuşkusuz bu yaşadığımız kriz burjuvazinin kolay çıkış bulabileceği bir kriz değil. Bugün Türkiye’de yaşanmakta olan salt bir ekonomik kriz değildir. Siyasal, toplumsal ve kültürel olarak da çok derin kutuplaşma ve uçurumların yaşandığı bir süreçteyiz.

Bugün alışıldık krizlerden bir kriz yaşanmıyor. Ekonomik, siyasal, ideolojik çöküş derinleşiyor ama asıl tehlikeli olan toplumsal çürüme ve çöküştür. Sistemler sahipsiz değildir, devrimci bir alternatif çıkmadığı sürece burjuvazi ekonomik, siyasal krizleri bir yolunu bulup aşar veya stabilize eder. Ama toplumsal çürüme dibe vumuşsa, bu, egemenlerin -diğer sorunlar- gibi şu veya bu yolla kontrol altına alabilecekleri bir durum değildir. Bu anlamda, egemenlerin kadir-i mutlak olmadıkları süreçler toplumsal çöküş süreçleridir. Böylesi zamanlarda toplumsal çürüme ve içe doğru çöküş derinleşir, toplumda adeta bir cinnet hali yaşanır.

Türkiye’de sorunlara, bugüne kadar hep devlet, siyaset ve kurumlar üzerinden bakıldı ve çözümlendi. Artık toplumdan doğru bakmayı denemek zorundayız. Toplum geriliyor, kasılıyor, kanıyor, çatırdıyor ve derinden çok güçlü sarsıntılar geçiriyor. Tüm çelişkiler kördüğüm olmuş durumda.Toplumsal olarak kendi dışındakileri düşman görmek bir dönemin rutiniydi, ancak bu önlenebilir bir düzeydi. Bugünse toplum, birbirini boğazlamak ve imha etmek için psikolojik olarak hazır bir hale getirilmiştir. Böylesi dönemler tarihte çok görülmez, görüldüğü zamanlar ise insanlığın hafızalarından silinmeyen izler bırakır. Birçokları, bugünkü Türkiye’yi 1930’ların Almanyası’na benzetiyor, bu çok yanlış bir benzetme değil ama Türkiye’yi daha iyi anlamamızı sağlayacak olan benzetme 1966’da Endenozya’da yaşananlardır. Kimseyi korkutmak ve panikletmek niyetinde değiliz. Ancak bu realiteye gözlerimizi kapatamayız. Bu olağanüstü günlerde, kendi rutinimize hapsolmaktan ve güncele kilitlenmiş dünyalarımızdan çıkıp, toplumsal gerçekliğimize daha derinlemesine bakmalıyız.

Bu toplumsal gerçekliği şu şekilde ifade edebiliriz: Bir yanda toplumsal çürüme ve çöküş emareleri diğer yanda henüz yolunu bulamasa da sistem karşıtı arayışlar arttı. Bu arayışlar devrimci bir çıkışla buluşamazsa yaşayacaklarımızı yukarıda ifade ettik. Bizim meselemiz bu arayışlara cevap olabilmek, bunlarla buluşabilmektir. Hiçbir devrimci imkan yoktur ki kansız ve steril bir dünyada kendisine yol bulsun. Bu anlamda biz bu tarz toplumsal patlamalara karşı hümanist bir dünyanın içerisinden konuşamayız. Ancak şu da bir gerçektir ki, toplumsal patlamalar ona etkide bulunabilecek devrimci bir ufka ve belli bir donanıma -ideolojik, siyasal, örgütsel, askeri- sahip güçler varsa belli kapıları aralar.

Mehmet GÜNEŞ

CEVAP VER

Please enter your comment!
Adınızı buraya yazınız