Büyük Düşünmeli! – M. Börklüce Efe

1691

Bir yolda yürüdüğümüzü düşünelim. Yer yer karşımıza birçok engebe çıkabilir ya da yer yer oldukça rahat bir şekilde yolculuk edebiliriz. Bu yolculuk sırasında gerçekleşebilecek olağan bir durumdur. Nasıl gerçekleşeceği ise yolun kendisiyle alakalı olarak tariflenebilir. Ancak yolcuğun nasıl ve ne ile yürütüleceği vb. gibi şeyler bizimle alakalıdır. Yani, nesnel olan, öznel olandan; mevcut olgular da, gelişebilecek olaylardan bağımsız değildirler.  Tersine, sürekli olarak birbirlerini besledikleri kompleks bir sürece ihtiyaç duyarlar. Mesela yürüdüğümüz bu yolda (yol teşbihinden kurtulamayacaksınız!) karşımıza bir bataklık çıktığını varsayalım. Önümüzdeki bataklık yürüdüğümüz yol ile alakasız olabilir mi? Elbette hayır! Bataklık son kertede yolun gidişatının bir sonucudur…

Tam burada, yola ve bataklığa, sıradan bir pencereden değil de, bizim penceremizden yani devrimcilik penceresinden bakmak gerekiyor. 

Burada birinci seçenek; yol boyu envanterimize dâhil ettiğimiz tüm şeyler ile bir köprü inşasına başlamaktır. Edindiğimiz tüm bilgi birikim ve elimizdeki maddi tüm araçlar bu yolda seferber edilir. Efor harcanır, köprü kurulur, yol devam eder. Biz de bataklığın karşı tarafına geçmiş oluruz.

İkinci seçenek ise; bataklığın etrafından dolanmaya çalışmaktır. Bu ilk seçeneğe oranla, hem fiziki hem zihinsel olarak, belki daha az efor gerektiren ancak daha uzun bir zamana yayılacak bir seçenektir. Çok yorulmadan fakat zaman kaybederek, yol kat edebiliriz. Yol devam eder, aynı şekilde bataklığın karşı tarafına geçmiş oluruz.

Verdiğimiz bu iki seçeneğin minvali üzerine başka seçenekler de üretilebilir elbette. Ancak üçüncü seçenek, oturup bataklığın kurumasını beklemek ya da en başa dönüp aynı yolu tekrardan yürümek vb. olamaz! Ne kadar mantıksız olsa da; bataklığa bodoslama girip, boğulmak dahi bu seçeneklerden çok daha devrimci olacaktır. Zaten salt bir mantık arayışına giriyor olsaydık, Marksist değil Hegelci olurduk; öğretinin 11.Tezi’ni yadsır, sadece olanı analiz edip öğrenmek ile yetinirdik; onu değiştirmek gibi bir amacımız olmazdı…

Buradan doğru, geçenlerde okumuş olduğum, “Ali Saydam’ın, Bildiği Sorudan Başlayan Rohan Kralı Theoden” yazısına biraz da olsa değinmek gerekiyor.

“Ali Saydam” zaten bu vb. bir mantığı, ürettiği yazılar yazıyor. Bu yazı, bunun küçük bir örneği sadece. Kendisinin genel düşünce sistemi takdirlik olsa da; sisteminde istemeden açtığı bu gedik (bana göre istemeden), belli aksaklıklara sebep oluyor diye düşünüyorum. Yazı şöyle başlıyor;

“Takvim yapraklarının 1873 yılını gösterdiği günlerde Bakunin son konuşmasında şunları söylüyordu “…keşke düşünceler tek başına dünyayı kurtarmaya yetebilseydi, ben kim olursa olsun yeni bir düşünce ileri sürebilecek olana hodri meydan diyorum. Devir düşünce devri değil, olguların ve eylemlerin devridir”. Delegelerle helalleşme meselesindeki sözleriyle Bakunin, haksız değildi. Zaten pratik-politikada Bakunin genelde haklıdır.

Konuyla çok alakası yok ama “pratik-politikada” Bakunin genelde haklı falan değil. 1848’de yazdığı “Slavlara Çağrı” mektubunda “Sol Cumhuriyetçiler” ile kurduğu politik yakınlık doğru bir tutum değildir. Birçok yazısında bahsettiği “Anti-Prusya/Almanya” teması veya Marks ile yürüttüğü polemiklerdeki anlamsız “Anti-Semitist” vurgular, biraz incelenirse, politik olarak ne kadar yanlış tutumları olduğu görülecektir. Ancak öldürsek de hakkını yememek gerekir tabii ki; “Rus Gençliğine…” başlıklı yazdığı son yazısında haklı ve gerçekçi politik tespitleri mevcuttur.

Konuya dönecek olursak; diyelim ki “Bakunin pratik-politikada genelde haklı” oluyor olsun. Bu haklılık eğer tek yönde ilerliyorsa aslında onun haklı olmadığını gösterir. “Teorik olarak haklı ama pratik olarak olmaz…” ya da “Pratik olarak haklı ama teorisi yetersiz…” vb. gibi bir şey diyalektik bir düşünce sistemi için yanlış önerme olacaktır. Bu yüzden Bakunin teoride haksızdır çünkü pratik-politikası yanlıştır. Yukarıda koyduğumuz üzere; pratik-politikada yanlıştır çünkü teorisi yetersizdir… Bence bu konuda anlaşabiliriz. Ki zaten Bakunin’in bu minvalde haklı olduğunu düşünüyor olsaydık, Kadıköy’de Meydan Gazetesi dağıtımı yapıyor olurduk.

Yani ezcümle; teori ve pratik-politika, çubuğu bir gün birine, öbür günde diğerine bükebileceğimiz şeyler değildirler. Düz bir çizginin sağına ve soluna oturtamayız onları. İç içe geçmiş, sarmal bir yapıları olmak zorundadır. Sürekli olarak beraber işlerler. Ve sürekli olarak birbirlerini yansıtırlar. Süreklilik ya da beraberlik bozulursa, hareket bozulur…

Hareket bozulduğu anda, sorunu bütünsel değil de, salt bu ikisinden birinde aramaya çalışmak, yanlış olacaktır. Karşımıza bataklık çıktığı anda; “- Dur, ben bildiğim sorudan başlayım, lise faaliyeti yaparak bu işin içinden çıkarız…” demenin ve gerisin geriye yolun en başına dönmenin hiçbir anlamı yoktur. Yani aynı yolu tekrardan yürümek; yani aynı teorik hat üzerinde farklı pratikler; ya da aynı pratik hat üzerinde farklı teoriler denemek oldukça gereksizdir. Zaten teori ya da pratikten herhangi birisi gerekli yenilenmeyi sağlarsa, diğeri de ister istemez değişime mecbur hale gelecektir.

Ali Saydam’ın da dediği gibi “Cehennemde bir zebani sorgusunda…” olduğumuz, oldukça doğru. Buna rağmen sorguda oturup da; sırf biliyoruz diye; sadece adımızı soyadımızı falan tekrarlayarak, bu sorgudan sağlam çıkabileceğimizi sanmak ise oldukça yanlış… Bir de hepsinin ötesinde; cehenneme benzettiğimiz memleketi; sokak sokak dolaşıp, aritmetik bir biçimde birer birer insanlara değip, onları örgütleyip de, orayı bir cennet haline getirmek istiyor, sonra da “yapı-bozuma uğratmak” falan diyorsak… Bu da oldukça komik…

Herhangi bir şeyi yapı-bozuma uğratmak maddi bir güç olmayı gerektirir.  Kuşkusuz maddi bir güç olmak için yukarıda saydığımız ve saymadığımız yöntemler silsilesi ile güçlü bir örgütlenme faaliyeti yapılmak zorundadır. Fakat salt bunu yaparak – diyelim ki başarılı olduk – elimizde ancak bir yığın makine parçası biriktiririz. Çünkü bir bireyler toplamı, onları devrimci kitleselliğe kavuşturacak bir us’tan, yani teoriden uzaksa ancak bir sürü-yığın kadar hareket edebilirler.

Ayrıca yaşam “boşluk doldurmalı” ya da “çok seçenekli test soruları” gibi bir düzen sınırları etrafında işlemez. Daha ziyade muzip bir öğretmenin sözlü yoklamalarına benzer. Düzensiz değil; ancak düzen-ötesidir. Bu yüzden ezberleri bozuma uğratmayı çok sever. Öğretmeninizi iyi tanımıyorsanız, sözlüden kalma ihtimaliniz yüksektir. Öğretmeninizi, yani verili hali iyi tanımak için ise doğru bir teoriye, karşılıklı olarak da doğru bir pratiğe ihtiyacınız vardır.  Bu ikisi ancak doğru bir politika ile kendine zemin yaratabilir. Tüm bunlar ise doğru bir örgütlenmede yaşama şansı bulabilirler. Ya da tam tersi. Bu döngü böyle döner durur. Fakat herhangi birisini es geçemeyiz. Tüm bunlar için ise büyük düşünmek gerekir!

Bence bugünün mottolarından birisi, “Ne Yazmalı?”, “Ne Oluyor?”, “Ne Yapacağız” falandan ziyade Büyük Düşünmeli! olmalı. Buna dair, belki birçoğumuzun bildiği, bir halk fıkrasını aktarmak iyi olur burada;

“ Bir gün bir çoban ve ağası, sürüyü otlatmak üzere yaylaya çıkmışlar. Zaman geçmiş ve karınları acıkmış. Ağa Çoban’a; ‘- Hadi çıkar şu azığı da karnımızı doyuralım.’ demiş. Çoban çıkarmış soğanını, yufkasını, koymuş ortaya. Diğeri ağa tabii. Hemen kırmış soğanı, almış cücüğünü, sarmış yufkaya, yemeye başlamış. Çoban cücüğü kaptırınca ne yapsın, yapraklarına talim etmek zorunda kalmış. Tam o zamanlarda da bir piyango çekilişinin haberi her yerde dönüp duruyormuş. Yemeklerini yerken bir anda dönüp; ‘- Söyle bakalım çoban efendi, bu büyük ikramiye sana çıksa, sen ne yaparsın?’ diye sormuş ağa. Bizimki de büyük bir şevkle, kendinden emin, atlamış hemen; ‘- Soğanın cücüğünü yerdim ağam!’… “

Ya soğanın cücüğünü yiyenlerden ya da onu yemeyi hayal edenlerden birisi olabiliriz. Ya da bu fıkrayı anlatan kişi… Benim tercihim belli zaten. Tabii kimsenin tercihlerine de kimse karışamaz. İsteyen o şekil yapar; isteyen bu şekil… Cücüğü yemek isteyene de afiyet olsun!

M.BÖRKLÜCE EFE

              

CEVAP VER

Please enter your comment!
Adınızı buraya yazınız